Aslında Andrew Blake’in, hayatından şikâyet etmek için hiçbir sebebi yoktur. Ne de olsa İngiltere’de yaşayan zengin, başarılı ve güçlü bir işadamıdır. Ama yine de yaşadığı bu hayat onu boğmaktadır. İşten başka bir şey düşünmeden geçen yılları ve yaşının ilerlemesiyle birlikte bu şekilde ölüp gideceğinden endişelenmeye başlamıştır. Artık kökten bir değişime ihtiyaç duymaktadır…
Fransa’da zengin bir malikânede uşak olarak iş bulur. İlk başlarda bu kararın o kadar iyi olmadığını görür. Evin kâhyası Philippe, Andrew’u boğazına dayadığı bir tüfekle karşılar. Sert mizaçlı aşçı Odile de onu, kedisi Méphisto’nun yemeklerini yemekle suçlar. Aslına bakılırsa kedinin maması aşçının çalışanlara pişirdiklerinden çok daha lezzetlidir. Odasından dışarı pek çıkmayan ev sahibesi Bayan Beauvillier ise insanlardan uzaklaşmıştır ama aslında en çok onun yardıma ve yakınlığa ihtiyacı vardır.
Bütün bu alışılmadık karakterler arasında Andrew, yeni hayatında özlemini çektiği duyguları yeniden yaşamak için kararından vazgeçmeyecektir…
Bence... Kapağına aldanıp aldım bu kitabı. İlk kahkaha kedinin bakışıyla karşılaşınca geldi. Gerisi kitaba başlayınca.
Sabun köpüğü ismini bir türe verecek olsam herhalde pembe dizilere değil bu kitap hangi türse işte artık ona verirdim o ismi. Ciddi meselelere çok girmeden, can sıkmadan, üzmeden, kırmadan, bi yandan da damakta limonata tadı bırakıp ta bitip giden bi kitap.
Kocaman bi konak, her kapının ardından birileri, ve o her birilerinin içinde ayrı bir hikaye. Geçmişinden kaçanlar, geçmişinden kaçamayanlar, ama illa ki iyi insanlar.
Eskiden izlediğimiz Polianna’nın Yeşilçam uyarlaması Ayşecik’in, Gülen Gözler’in, Turşucuların, Vecihi’nin hikâyelerine benzer, öyle umutlu, öyle berrak bi dünya. Dedim ya sabun köpüğü gibi.
Öyle çok müthiş ters köşelerle dolu bir öykü değil ama güzeldi. Tavsiyedir.