26 Kasım 2010 Cuma
Gitme!
21 Kasım 2010 Pazar
Karanlık Adam
:))
Not: Yazanın kendi rızasıyla umuma arzettiği işbu yazının, sınama amacıyla yazıldığı, herhangi bir edebi ya da ebedi iddia taşımadığı, okunmasında resmi ya da gayri resmi zorunluluk olmadığı bu cihetle okuyucuda oluşturacağı rahatsızlıktan yazaın sorumlu tutulamayacağı ön kabulü ile okunmasına...
***
Sahne ışıklarının altında bir an ne diyeceğini bilemeden durdu...
Tek bir nefeslik süre boyunca, kollarındaki tüyler diken diken, bütün salon, salondaki herkes, sahnede karşısında duran kadın, ve sahne gerisindeki bütün sesler susmuşken, kendi damarlarında akan kanın sesini duydu. Kalbinin kasılmaya hazırlanan yanını, aldığı nefesin ciğerlerini doldururken çıkardığı sesi duydu.
Bir nefeslik süre boyunca ne sahneyi, ne sahnenin önündeki kalabalığı, ne de kalabalığın başının üzerinde asılı karanlığı gördü.
Gözleri izleyicilerinin en arkasında bir yerlerde sabitken, gönül gözü kendi gönlündeki karanlığa döndü.
Her şey anlamsız geldi, içine çektiği nefesi geri vermek istemedi, yaşamak, düşünmek, konuşmak istemedi. Kaldığı yerden devam etmek zor geldi. Bir bıkkınlık bir yorgunluk bütün benliğini ele geçirdi. Her şey ve herkes bitsin istedi. Yarına devam etmek, yaşamaya devam etmek içinden gelmedi.
Yüreğindeki karanlık, içinde duyduğu o aman vermez yılgınlık, kalbinin bir sonraki atışıyla birlikte beynine, gözlerine, ellerine, bütün vücuduna dağıldı, vücudu sahne ışığının altında pırıl pırılken, içi kara kuyular gibi, karardıkça karardı.
O an, karanlığın onu yuttuğu an, nefesini dışarı vermesiyle birlikte sona erdi. Zaman yeniden harekete geçti.
Ezberindeki replikleri söyledi, kelimeler ağzından kendisine ihtiyaç duymadan fırlayıp gitti. Elleri her bir kelimede olması gereken yerlerde rolüne devam etti.
Karanlık içinden dışına sızmasın diye bir maske tuttu yüzüne, yüzündeki maske içerdeki ifadesiz karanlığa inat gülümsemeye devam etti.
***
**
*
Sıradaki şarkı ezberini unutanlara, karanlık maranlık dinlemeden her daim gülebilen spartalılara gelsin :)))
Öztürk Serengil söylüyor... 'Abidik gubidik twist...' :)))
Yeşşee...
27 Eylül 2010 Pazartesi
Uzaktan
“Eşşek kadar adamsın ” deyişini duyuyorum birilerinin. “Bırak bu işleri artık.” Bırakıyorum.
Ağır ağır yüzüme yerleştiğini bildiğim o suskunluk, düşüncelerime de yerleşiyor. Bomboş gözlerle bakıyorum tavana. Derken zihnim kayıp gidiyor oradan, gözlerim hala tavanda, aklımın bir ucu yine o odadayken aklımın diğer ucu uzaklaşıyor benden. Dünya üstünde geçirdiğim onca senenin hesabını yapıyorum kendi kendime. Doğum günüm yakın olduğundan değil, senelerin hesabını tutmak ancak aklıma geldiğinden. Ömrüm boyunca her şeye hep geç kaldığımı daha önce de düşünmüşlüğüm var aslında, aklımın o sırada odada olan kısmı tavandaki örümcek ağına takılmışken, orada olmayan diğer kısmı yeniden düşünüyor aynı şeyi.
Roman kahramanlarından en çok Martin Eden’ı seven, çayı iki şekerli içen, bana benzeyen, benim gibi görünen, adı bile benimle aynı bir dostun yoluna düşüyor aklım. Hep gülümseyen, herkese şen görünen, ama nedense benim gördüğüm her gülüşü gözyaşına benzeyen dostumu ne zamandır düşünmemiştim? Aklımın ne buradaki, ne de uzaklardaki kısmı cevap veriyor. Çok zaman olmuş. Her senenin başında oturup ciddi ciddi artılarını, eksilerini yazdığı listeyi düşünüyorum. Sonra, onun listesiyle, bir çırpıda toparlayıverdiğim kendi listemi karşılaştırıp; nelerin eksik, nelerin fazla olacağını hesaplıyorum. Ondan fazla neyim var hayatta? Ev? Araba? Çocukluk hayalleri?
Çocukluk lafını duymaya görsün, benden uzakta olan tarafım koşmaya başlıyor son hızıyla. Aklımı, seneler kadar uzakta, çocuk sesleriyle çınlayan bir sokak arasında yakalıyorum. Şen şakrak oyunlar, tek kale maçlar ve her oyunun sonunda gözyaşı olduğunu hatırlıyorum. Gerçekten hatırlıyor muyum, yoksa yine uyduruyor muyum? Gerçekle hayal birbirine giriyor. Artık boşalmış sokağın diğer çocukların girmeye korktuğu karanlık bir köşesinde, ucu patlak cırt cırtlı spor ayakkabısı, çizgili t-shirtü içinde, kumral saçlı çelimsiz bir çocuk oturuyor. Dirsekleri yaralı dizlerinin üzerinde, toz toprak içindeki ellerini çenesine yaslamış, eve gitmek için karanlığın biraz daha çökmesini bekliyor. Eve gecikecek ama aldırmıyor, ‘..hep geç kaldın zaten…’ gözleri yerde bir şeyler düşünüyor. Dilimin ucunda tuz tadı var. Ben de düşünüyorum, ne düşündüğünü hatırlayamıyorum.
Ama beş sene sonra, gecenin üçünde yatağına uzanmış duvardaki saatin tiktaklarını izlerken ne düşündüğünü hatırlamama gerek yok. O sırada saati, ne yanı başında uyuyan kardeşinin düzenli nefeslerini , hiçbir şeyi duymuyor. Sadece düşünüyor. Gözlerinin altında kocaman kahverengi halkalar var. Kitaplığın en arka kısmında, ev ahalisinden gizlenmiş defterler dolusu resmi ve yatağın altına sokuşturduğu matematik defterin arasında da üzerinde kırmızı kalemle ‘ZAYIF’ yazan karnesi. Aklından geçenleri hatırlamama gerek yok, bulutlu mavi gözlerinden okunuyor.
Yolları düşünüyor. Bahar karının altında kömürden bir yılan gibi uzanıp giden simsiyah yolları. Uzakları düşlüyor. Kendisi için bütün dünya demek olan ne varsa hiç sayan bu yerden gitmek istiyor. Aklı bir an uyuduğu odaya dönüp te kardeşinin nefeslerini duyunca, yolları düşünmekten vazgeçiyor. Soğuk odayı bir ara ısıtıp sonra küle dönmüş resimlerini düşünüyor, olsun diyor, bir daha çizerim. Burnumun direği sızlıyor. “Eşşek kadar adam oldun. Bırak bu işleri.”
“Allah’ım” diyor içinden. Ne erkek ne de çocuk sesine benzeyen o karaktersiz gıcırtıdan nefret ettiği için hep içinden konuşuyor. “Allah’ım yardım et.” Aslında hayatta hiçbir şeye inanmıyor. Ne insana, ne sevgiye, ne iyiye, ne de kötüye. Ama bir şeylere inanmaya ihtiyacı var. Onun anlam veremediği, çevresindekilerin de anlayamadıklarından emin olduğu bir sürü şey varken, bütün bu karmaşayı anlayan birileri olmalı… İsyan etmek aklından geçmiyor, her şeyin bir anlamı olduğundan emin. Ama ne? Sabah dek, aklımın bu günde kalan kısmının tavanda gördüklerine benzer şekillerle oyalıyor kendini. Ertesi gün yeniden okula döneceğini, kendini anlayan tek insanı, yazarlardan en çok Jack London’ı seven, çayı kendi gibi iki şekerli içen, kendi gibi konuşan, kendi gibi yürüyen adaşıyla, dünyadaki tek dostuyla konuşabileceğini düşünüp teselli buluyor. Ertesi gün boş kalan sıradan değil, sınıf öğretmeninden öğreniyor dostunun kendini hep çağıran o uçsuz bucaksız yollara onsuz çıktığını.
Kendisinin yine geç kaldığını…
Boğazımın acısıyla bu güne dönüyorum. Gözlerim yanıyor, yanması odayı kaplayan dumandan mı kestiremiyorum, midemin üst kısmından boğazıma yükselen sıkıntının açlıktan olup olmadığını kestiremediğim gibi. Bir sonraki sigara yanan kibritin kokusuyla ilk nefesini veriyor. Yirmi yaşındaki hayaletim beliriyor gözümde, ayak bileğindeki zincirin farkında olmadan aralık kafes kapısından salıverilmiş yabani kedi yavrusu gibi, korka korka gerçek hayata ilk adımını atan bir çocuk. Şaşkın , ürkek… Heyecanlı. Resimleri defter aralarından masa üstlerine çıkmış, her akşam kapandığı küçük öğrenci odası boyalarla dolu. Hiç sevmediği derslere girip, ucu ucuna geçtiği sınavlara çalışırken aklı boyalarında.
Derken, bir gün kendisinin birkaç gün sokakta yatmış haline benzeyen bir adamla burun buruna geliyor üniversitenin sessiz koridorunda. Neredeyse varlığıyla birlikte ona duyduğu küskünlüğünü de unutmuş olduğu can dostuyla birden bire karşılaşıveriyor. Bundan seneler evvelki ben, benim şimdiki halime çok benziyor. Tertemiz tıraşlı saçlar, ütülü, jilet gibi giysiler. Koltuk altında kitaplarla, sessiz sedasız bir genç. Önce şaşkınlıkla bakakaldığı, sonra küskünlüğe filan boş verip hasretle sarıldığı can dostuysa ondan alabildiğine farklı.
Arkadaşının yüzü hala kendisine benziyor, hala kendi gibi yürüyüp çayı hala iki şekerle içiyor ama darmadağınık, kirli saçları ve mutlak bir düğmesi eksik okul üniformasıyla, hep konuşan, hep yazan, hep okuyan ergen değil artık karşısındaki. Karmakarışık kumral saçları artık omuzlarına kadar uzanıyor. Kirli sakalı yüzünü gizlerken gizleyemediği mavi gözlerinden yine o eski keder okunuyor. Ama artık gülüşü daha sessiz, konuşması daha sakin. Gülümsemesi biraz daha yakın gözyaşına.
Daha evvel burnuma gelen tuzlu deniz kokusunu yeniden duyuyor bu günde takılıp kalmış aklım. Seneler evvelindeki yarısı yüzünden durduğu yeri şaşırmış gibi, bir an bu gün de o sahilde, yan yana oturan iki arkadaşı görür gibi oluyorum. Duruşları birbirine benzediği halde görünüşleri bambaşka iki arkadaştan solgun olanı anlatıyor. Evinden kaçtıktan sonra yaşadıklarını, sokaklarda, parklarda uyuduğunu, evsizlerle birlikte sarhoş olup naralar attığını anlatıyor. Uyuşturucuya başlamasını, ilk kez sokakta, yine sokaklarda yaşayan bir kıza aşık olduğunu anlatıyor. Ayık olduğu zamanlarda ya uyuşturucu parası için hırsızlık yaptığını, ya da sahafları dolaştığını anlatıyor. En sonunda, bir sahafın içinde, kitap kokularını içine çekerken açlıktan bayılıp kaldığını, ve kendisini hastaneye yetiştiren yaşlı rum kadının yanında nasıl işe başladığını anlatıyor. Onun da yardımıyla nasıl yazdığını anlatıyor… O günden beri yazdığını, ilk zamanlarda yüzüne kapanan kapıların artık aralandığını, yakında basılacak olan kitabını anlatıyor. Onun anlattıklarını dinleyen genç suskun…
yanında duran genç adama kızmakla, hayran olmak arasında kalakalmış, ne birine, ne ötekine karar veremediği için suskun… parmak uçlarındaki boyaya bakıyor, utanıyor olduğu yerden, kendinden ve yaşadığı hayattan. Bundan seneler evvel onunla birlikte terk etseydi evini şimdi nerede olacağını düşünmeye çalışıyor, kafasında canlandıramıyor. O gencin yerine bu gün ben düşünüyorum aynı şeyleri. O zamanki benin içinde fazladan biraz daha cesaret olabilseydi eğer, neler yapabileceğini düşünüyorum. Aklıma gelen tek şey, elinde valiziyle çalmaya çekinerek kapı ziline uzanan 15 inde bir çocuk oluyor. Tükürdüğünü yalamakla kalmamış, ömrünün sonuna kadar asla sözü edilmeyen ve asla unutulmayan bir hata işlemiş olarak yaşayacak olan bir çocuk… Kaç yaşına gelirse gelsin hep suçlanacak olan bir çocuk. Gittiğinde ardında yine gözyaşı bırakacak olan, bileklerindeki zincirlerin ona izin vermeyeceğini hala anlayamamış bir çocuk… Ya da belki, 27’sine geldiğinde sanat çevrelerince tanınmış bir sanat dahisi olacak, yetenekli bir çocuk…
Hissizleşmeye başlamış beynime rağmen düşünmeyi bırakamıyorum. Banktaki arkadaşına bakan çocuk da benimle hemen hemen aynı şeyleri düşünüyor. Dakikalarca, bulutlu gözlerle ufka bakan arkadaşının ne düşündüğünü merak ediyor. Kendini onun yerine koyuyor, hep aynı soruyu sorup duruyor. Onun gibi yaşasaydı?
Ben sonsuz ihtimalle hesaplanacak karmaşık soruyu kendime sormaktan vazgeçiyorum. Sorulardan, özellikle de bana sorulan ve zor cevapları olan sorulardan hoşlanmadığımı hatırlatıyorum kendime. Oysa o çocuk hala düşünüyor. Arkası arkasına zor sorular sormaya devam ediyor. Her bir cevapta canı yanıyor. Bembeyaz tavana bakarken boğazım acıyor. Akşam olup da ayrılırken arkadaşını bir daha ne zaman göreceğini bilmiyor. Basılacak kitabın ilk kopyası için söz alıyor dostundan. Bir gün bir yerlerde karşılaşacaklarından adı gibi emin, ama o tarihin ne kadar yakında olduğu hakkında en ufak fikri yok.
Bu günden düne fısıldamak istiyorum… bekleme demek istiyorum. O günü bekleme.
Birkaç sene sonrasına atlıyor hayaletim. Kucağındaki bebeği seven genç bir adam var önümde. Gözleri parlıyor, o kadar mutlu ki, ne resimleri, ne çocukluk hayalleri aklında. Bütün hayatı yanında duran kadından ve tabi kucağındaki küçük kızdan ibaret. Kendine gülümseyen bebek olmadan bir hayat düşünemiyor. Belki de şu yatağa uzandığımdan beri dudaklarıma ulaşabilen tek tebessüm oluyor kızımın hayali. Onsuz bir hayatı ben de düşünemiyorum.
Hayaletim bir kitapçıda, omzundaki bebeği zapt etmeye çalışarak son çıkanlara yaklaşıyor. Rengarenk bir çocuk kitabını alıp kucağındaki bebeğe anlatmaya başlıyor. Farkında olmasa da bir yandan da resimlere bakıyor. Kendi olsa resimleri nasıl çizeceğini düşünüyor. “Hep geç kaldın” diye fısıldıyorum hayalete. “Hep geç kaldın.” Derken kitapların arasında tanıdık bir isme takılıyor hayaletimin gözleri. Şimdi başucumdaki rafta duran siyah kaplı kitabın yüzündeki siyah beyaz adam ona bakıyor. Bebekli adam da kitaba… Kasaya yaklaşırken elinde iki kitap var. Kucağındaki bebeğe biraz daha sarılıyor, burnunu kucağındaki kum saçlı kızın saçlarına gömüp derin bir nefes alıyor. Aslında o anda bütün hayallerini unutuyor. O ana kadar istediği her şeyi bir kenara bırakıveriyor. Sadece kızına sarılıyor. “Bir tebrik mesajı atmalı” diyor içinden.
Gezintideki aklımın uğrayacağı son bir durak daha var. Yolun nerede biteceğini çok iyi biliyorum. Gözlerim yanıyor. Birkaç ay öncesi, sakin bir pazar günü. Ev halkı uykudayken balkona oturup radyoyu açıyorum. Yirmi yedi yaşında bir adamın hayattan bekleyeceği her şeye sahip olduğumu düşünüyorum. İyi bir iş, güzel bir eş, uğruna hayatımı verebileceğim bir çocuk. Beni mutlu eden her şeye sahibim. Tuzlu deniz kokusu burnumda, neredeyse bir türkü tutturacağım serin bahar gününe karşı.
Haberler başlıyor. Haberlere aldırdığım yok, ertesi günkü toplantıya girerken hangi takımı giyeceğimi düşünüyorum ta ki “Türkiye’nin son dönemlerde büyük başarılar kazanmış edebiyatçılarından…” diye başlayan bir haberi duyuncaya kadar. Radyonun sesini biraz daha açıyorum.
Çok yalnız, çok üzgün bir adamdan, sadece yazmak için yaşayan ve artık yazamayan bir adamdan geçmiş zaman kullanarak bahsediyor. Bir otel odasında, çenesine dayalı tabancayla nasıl bulunduğunu anlatıyor… En sevdiği roman karakteri Martin Eden olan, çok yazan, çok okuyan, çok düşünen, kendi gibi konuşup kendi gibi yürüyen, çayı kendisi gibi iki şekerli içen, adı bile kendisiyle aynı olan, ölümü bile sanat eserine çevirmiş bir adamdan bahsediyor radyo. Ölüme bile dudağında gülümseme ile gitmiş, o sessiz adamdan bahsediyor.
Radyodaki kadının duygusuz sesi kulaklarımda çınlıyor hala. Derin bir ah çekiyorum.
Pakette kalan son sigaramı, bütün hayatımın son sigarasını dostumun şerefine yakıyorum. Düşününce, nedense daha başka bir ölümü yakıştıramıyorum ona ve merak ediyorum hangimizin aslında tam da istediği yerde olduğunu.
“Ah dostum…” diyorum yine de boğazımdaki yumruyu yutkunurken “Sen de hep çok aceleciydin…”
21 Eylül 2010 Salı
Yazmak
- * -
Dağınık masasının üzerinde duran evrak sepetinin içinden bir kâğıt daha çıkarıp emektar daktilosuna taktı. R harfi hep takılan, mürekkepli şeridi durmadan geriye saran, dişlisi eğildiği için A harfini ancak küçük harf olarak basan bu külüstür, ne kadar yaşlanmış olsa da bakımevine bırakamayacağı bir ebeveyn gibiydi.
Önünde duran bu kırık dişli canavar, kendi daha dünyaya gelmeden önce babası tarafından kullanılıyordu. Daha sonra, yani kendisi on üçüne basıp da, babası da onun doğum gününden birkaç hafta sonra buzlanmış yolda kaza yaptığında bütün evle birlikte önünde duran şu biçimsiz canavar da ona kalmıştı.
O günden beri yazıyordu. Durmadan, duraksamadan…
Başlarda suç işler gibi saklamıştı yazdıklarını. Utanmıştı nedense.
Ev sessizleşir sessizleşmez soluğu babasının odasında alıyor, parmak uçları acıyıncaya dek, ne yazdığını pek de fark etmeden, daktilonun o ritmik tıkırtısı kafasının içindeki gürültüleri susturuncaya dek yazıyordu. En nihayetinde, ellerini hissetmez olunca dönüyordu odasına. Olay yerinden suç aletini kaçırır gibi, henüz kâğıdın üzerindeki mürekkep kurumadan terk ediyordu sahneyi.
Her yazdığını defalarca okuyordu. Beyaz kâğıdın o tozlu kokusunu ciğerlerine çekip, ellerinin her yanı kağıt kesiği oluncaya kadar okuyordu. Parmaklarını pütürlü, kalitesiz kâğıtta; i harfinin noktalarının bıraktığı simsiyah oyukların, suskun noktanın, geveze virgülün üzerinde gezdiriyor, g harfinin hep alt komşusunun hakkına göz diken kuyruğundan hikâyeler uyduruyor, kendi kafasında alfabenin her bir harfine düzinelerce öykü yazıyordu.
Oysa bir zamanlar nefret ederdi yazmaktan. Babasını gece gündüz başında bulduğu bu tuhaf, gürültülü yaratıktan da…
Ama sonra, en iyi dostu olmuştu o canavar. Ve yazıyordu.. Sadece kendisi için yazıyordu.
Doymak bilmez bir açgözlülük ve iflah olmaz bir bencillikle, sadece kendi açlığını doyurabilmek için yazıyordu.
Çantası, kitaplarının arası ve odasının dört bir yanı başının içi gibi tıka basa doluydu. Yazmadığı zamanlarda kendi değil gibiydi. Hep düşünen, hep susan yarı ölü bir çocuk… Oysa pek sevgili dostuyla buluşur buluşmaz çözülüyordu elleri. Dili yerine söylemek istediklerini sayıp döküyordu.
Yazdıkça hızlanıyor, hızlandıkça beyninin içindekiler köpürürcesine akıyordu parmak uçlarından. Elleri şeritten bulaşan mürekkeple lekeli, kulakları tuş seslerinden çınlarken yeniden dönüyordu odasına.
Sonradan sonraya, saklamaz olmuştu yazdıklarını. Birilerinin okuması ya da okumaması… Umurunda değildi çünkü. Yazdıklarını beğenenler de olmuştu, gülüp geçenler de. Aldırmadı…
Şimdi aradan seneler geçtikten sonra… Hala yazıyordu.
Artık aynı çatının altında ondan başka nefes alan herhangi bir varlık olmadığı için , yalnız dostuyla muhabbet ediyor, kimse tarafından rahatsız edilmeden yazıyordu.
Sadece o … kağıt denizinin ortasındaki masası, kadim dostu daktilosu ve tekerlekli iskemlesinden başka eşyası olmadığı halde yazmaya devam ediyordu. Arada bir, ruhu buralarda takılıp kalmış bir hayalet olup olmadığını anlamak –ve hala yaşıyor olduğuna kendini inandırmak -için kendi kendisini çimdikliyordu. Ve yazmaya devam ediyordu.
Duramıyordu!
-------
----
--
“.. It beat now only out of habit. It beat now only because it could…”
5 Eylül 2010 Pazar
Fırtına Tarlası
Derya küçük odasının karanlığında parlayıp sönen televizyonu hemen kapatmaya cesaret edemedi. Bütün gece elindeki işle uğraştıktan sonra gece yarısı haberlerini izlemişti. Haberleri izlemenin büyük bir hata olduğu ortaya çıkmıştı, çünkü kendini daha yorgun hissediyordu.
En sonunda ulusal kanallar da olayı duymuştu işte. Gezdiği altı kanalda arkası arkasına aynı haber dönüyor, her kanalda birbiriyle tutmayan saçma sapan şeyler söyleniyordu.
Kadın önce ışığı yakıp sonra televizyonu kapattı. Odayı toparlarken bir yandan da bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünüyordu. Sürgün geldiği şu küçücük şehirdeki hayatı, ikinci kere beklemediği şekilde hareketleniyordu.
Yeni görev yerine geldiğinden beri sayısız dava ile uğraşmıştı. Ama hiç biri şimdiki vaka kadar uzamamıştı. Yıllarca görev yaptığı İstanbul’dakinin aksine Cinayet bürosuna gelen dosya sayısı çok azdı, onlar da sebebi kestirilebilir davalar oluyor, kısa zamanda çözümleniyordu. Oysa şimdi, tam da küçük şehrin kestirilebilir hayatına ve durgunluğuna alışmış ve huzurlu bir yaşama ayak uydurabileceğini düşünmeye başlamışken, kendini yeniden bir dizi cinayetin içinde buluyordu.
İlk dosya bundan dört ay önce, Ağustos ayının sonunda gelmişti önüne. Üç çocuk babası, kamyon şoförünün cesedi, evinin hemen arkasındaki dar sokakta bulunmuştu. Adamın ölüm nedeni vücudunun çeşitli yerlerine aldığı otuzdan fazla bıçak yarasıydı. Maktul bıçaklanmadan önce öldürülesiye dövülmüştü. Başta suratı olmak üzere vücudunda; sırtında, göğsünde ve bacaklarında sayısız darp izi vardı. Bir ay boyunca soluksuz çalışmışlarsa da ellerine hiç bir şey geçmemişti. Tam pes etmek üzereyken yeni bir olayla karşılaşmışlardı. Sonraki ay bir tane daha.
Başlarda anlık bir öfkeyle işlendiğini sandığı bir cinayeti araştırırken, ardı ardına üç dosya daha gelmişti önüne. Hepsi benzer şekilde işlenmiş dört cinayet, hepsinde aynı işaretler, aynı belirtiler. Hepsi ayın son günlerinde. Üstelik hepi topu dört ayın içinde. Başlarda olay sessiz tutulurken ne olduysa geçen ayki dosyayla birlikte olmuştu. Adamla ilgili haber yerel gazeteye çıkmıştı. Son birkaç gündür de ulusal kanallar olayı haber yapmışlardı. Şimdi de tüm türküye küçük kenti n sokaklarında gezen caniyi konuşuyordu. Baş komiser Kerim genel müdürlükten birkaç telefon almıştı bile. Büyükler durumdan rahatsızdı. Medya olaya iyiden iyiye saldırmaya başladığına göre onları da kapılarında görmeleri, Ankara’nın da olaya el koyması fazla uzun sürmezdi. Yine de derya işlerine karışmadan önce bir hafta zamanları olduğunu düşünüyordu.
Hırsla of çekip masasını başına oturdu. Bu işi ne yapıp ne edip çözmeleri lazımdı.
Derya, geldiği yerde Çerkez Derya diye bilinirdi. Çerkez olduğundan değil tabi, inadını bilenlerin yüzüne karşı “Keçi Derya” diyememesinden.
“Anlar ya… Dinsizin hakkından imansız gelir diye boşa dememişler.” Derya boynundaki kaşkole gömülürken kan gölüne dönmüş zemini inceliyordu.
Duvar dibinde kendi kanının oluşturduğu bir göledin ortasında bir adam yatıyordu. Üzerindeki koyu renk kabanın düğmeleri çözülmüş, kabanın içindeki paramparça mavi gömleği ve kravatı ortaya çıkmıştı. Gömleğim mavi olduğu ancak yakalarından anlaşılıyordu. Yoksa belden yukarısındaki bütün giysileri kanla sırılsıklamdı.
“Ben de nerede kaldı gece kuşu diyordum. Korktuğumuz başımıza geldi, bu da aynı elden çıkma.” “Birebir aynı mı diyorsun?” “Suratı Çarşamba pazarına dönmüş, başının arka tarafında da şişlikler var. Çok fena dövmüşler. Kan yüzünden pek bir şey seçilmiyor ama göğsündeki yaralar silah yarasına pek benzemiyor. Adamın vücudundaki bütün kan boşalmış neredeyse. Bıçaklandığında canlıymış hala.” Derya cesede biraz daha sokuldu. Ellerine, yüzünde baktı. Kırklı yaşlarda, sokakta görseniz iki dakika sonra unutacağınız, sıradan bir adamdı. Dikkat çekecek herhangi bir özelliği yoktu.
“Öleli ne kadar olmuş?”
“Bir, bilemedin iki saat. Devlet hastanesinde ambulans şoförü olan Meraklı Ayvaz’ı bilirsin. Evine dönüyormuş, köşeyi dönerken boş binanın duvarına dayanmış birilerini görür gibi olmuş. Meraklanıp geri dönünce adamı bu halde bulmuş. Nabız kontrolü yapmış, adamın çoktan öldüğünü anlayınca da hemen polise haber vermiş. Geldiğimizde ceset çoktan soğumuştu ama kan hala sıcaktı. ”
Derya adamın yüzüne baktı. Bir zamanlar neye benzediğini anlamak mümkün görünmüyordu. Her iki gözü de kapanmıştı. Alnında ve yüzünde de morluklar vardı. Suratındaki morluklar ölüm beyazı yüzünde daha da kötü görünüyordu. Boynuna kadarki resim ne kadar kötü olsa da, daha aşağısıyla karşılaştırılamazdı bile. Adamın kaç tane yarası olduğu ancak otopsi raporunda anlaşılacaktı ama akan kanın miktarından delik deşik olduğu belliydi. Karın kısmında bağırsakları görünüyordu. Kadın cesede bakarken yeniden aynı şeyleri düşündü. Ne kadar da alışıktı böylesi vahşet sahnelerine. İlk yıllarında bu görüntüler kanını dondururken, şimdi aldırmıyordu bile. Cesedin yanı başında, sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük şeylerden konuşuyor, Hasan Hüseyin’i izleyip içinden yorumlar yapıyordu. Olay yerinde olduğunu belirtir tek şey sesindeki o incelmeydi.
Kendinden şüphe duymamasının, artık bu işi kanıksayıp insanlıktan çıkmış biri olmadığının kanıtıydı sesindeki o belli belirsiz incelme. Bunu ne zaman düşünse polis kolejindeki hocasını hatırlardı. Eski il Emniyet Müdürü Erkan Bey’in dedikleri bu gün gibi aklındaydı. Bir gün derste neden emekli olduğunu soran bir öğrencisine şöyle demişti adam,
“Suçun içine daldıkça üzüntü duymayı unutuyorsunuz çocuklar. Yavaş yavaş üzülmeyi bırakıyorsunuz. Karşınızda gördüğünüz kanlı sahne sayısı çoğaldıkça, akıl sağlığınızı koruyabilmek için kendinizi biraz daha yabancılaştırıyorsunuz. Zamanla cinayetler bulmaca, maktuller de şaşırtıcı birer soru işareti gibi görünmeye başlıyor gözünüze.
Benden size nasihat olsun, ne zaman ki artık suç mahallinde gerginlik hissetmez olursunuz, kurbanın yanı başında sesiniz bile titremez olur, o gün mesleğinizi bir kere daha gözden geçirin.
Uçurumun dibindeyken dizin dahi titremiyorsa, o uçurum çoktan içine yerleşmiştir. Ya geri döneceksin… ya da kendini eninde sonunda o baktığın yerde bulacaksın.”
Geriden biri boğazını temizleyince ikisi birden döndü. Hasan Hüseyin Derya’nın artık alıştığı o uzun boyuyla yanı başlarında ayakta dikiliyordu. Ne Kerim ne de Derya çok kısa olmamalarına rağmen memurun yanında kısacık kalıyorlardı. “Amirim ben müsaadenizle eve dönsem. Hanım meraklanmış.” Kerim seninle ne yapacağız biz der gibi memuruna baktı. “Hasan Hüseyin dur bakalım, ben yeni geldim daha. Hanımın az daha beklesin. ” Hasan Hüseyinin yüzü gerildi. “Olur Derya Hanım.” “Fotoğraflar çekildi mi?” “Çekildi.” “Kaç kare?” “30’ar derecelik açılardan, 120 fotoğraf, yaralar, yüzdeki darp izleri vesaire için yakın çekim 30, olay mahallini uzaktan gösterir 1,5 ve 15 metreden de 3 er fotoğraf.” “Üst araması?” “Adli tıbbı engellememek için sadece kanın değmediği yerlere baktım. Cebinden çıkanlar poşetlendi, çantada duruyor.” Kerim bu sefer aynı bakışı Derya’ya attı. “Aferin Hasan Hüseyin, sen öğreniyorsun bu işi.” “ Tamam tamam. Bu kadarı yeter, zaten bu karanlıkta başka bir şey bulamayacağız. Sen evine dön. Derya ben de iş yerine geçiyorum. ”
“Dur komiserim dur, ben de geliyorum.”
“Adamın cüzdanını gördün mü?” Kerim poşeti deryaya uzattı. Poşetin içinde yıpranmış, sahte deriden kahverengi bir cüzdan duruyordu. Derya masanın üstündeki kutudan bir eldiven çekip incelemeye başladı. “Ehliyet, nüfus cüdanı, kredi kartı, kimlikler… Birkaç fiş, topu topu otuz lira, yaşlı bir kadına ait vesikalık , bir de yarısı yırtık aile fotoğrafı. ”
“Öğretmenmiş.” Dedi Kerim kırmızı bantlı bayraklı kimliği işaret ederek. “Öğretmen evi kartı var. Tabi ki parasızmış. Bu gün ayın Aralığın 29’u. Hem de bayram arifesi, maaş suyunu çekmiş olsa gerek.”
“Lise öğretmeniymiş bence. Branşı matematik, fizik ya da ona benzer sayısal bir ders. Başarılı bir öğretmenmiş. Mesleğini seviyormuş. Yeni boşanmış, ya da boşanmak üzere. Muhtemelen İçki ya da kumar problemi varmış. Ben içki diyorum. Karısıyla kavgalı durumdalar. Yirmili yaşlarda bir oğlu var, onunla da uzun zamandır görüşmüyorlar. Belki de çocuk annesiyle birlikte şehir dışındadır. Oğluna, karısına şiddet uygulayan biriymiş bence. Hatta okuldaki öğrencilere de gereğinden sert davranıyor olabilir. ”
“Hay Allah’ım. Derya Hanım, idrardan karakter tahliline başladınız yine. ”
“Yahu kızma kerim, her şey açık seçik belli duruyor. Olay yeri fotoğraflarına baksana, adamın kravatı, pantolonu kırış kırış. Ütüsünü kendi yapıyor, ya da hiç yapmıyor gibi. Bileğindeki saati neredeyse elinden fırlayacak. Gömleğinin yakası eskimiş olduğu halde boynuna büyük geliyor. Son zamanlarda fena kilo kaybetmiş. Düzenli beslenmiyor. ” Kerimin bilgisayarına yaklaşıp adamın ellerini gösteren fotoğraflara geçti. “ Yüzük parmağında, bembeyaz bir yüzük izi var. Bu yakınlarda alyansını çıkarmış. Ütüsüz elbiseler, kilo kaybı, yüzük izi… Bir de üzerine yırtık fotoğraf. Fotoğrafa dikkat ettin mi, adamın yanında bir kadın varmış. Oğlanla adam duruyor ama kadının resmi yırtılmış. Resimdeki çocuğun üzerinde ‘CARTEL’ baskılı bir t-shirt var. Yani fotoğraf nereden baksan 15 senelik. Çocuğun yaşı yedi-sekiz desen. Şimdilerde yirmidört – yirmi beş filandır herhalde. ”
“Yani boşanmış ya da boşanmak üzereymiş. Fişlerdeki harcamalarda bolca hazır yemek var. Bu da senin teoriyi destekliyor. Tamam bunu kabul ettik. Peki her şeyi bilir , pek muhterem Derya hanım, öğretmenliğiyle ilgili teorilerinize gelelim.”
“Onu da resimlerden çıkarttım. Adamın ellerinin her yanı kalem lekesi. Mürekkep değil, tahta kalemi. Mavi, kırmızı, yeşil. Gün içinde bu kadar çok tahtayla haşır neşir oluyorsa fazla emek isteyen, zor bir dersi veriyor bence. Kitaptan anlatmak yerine tahtada sorular şözüyor, anlatıyor, hatta dikkatsizlik edip ellerini boyuyor. Bu de mesleğini sevdiğini gösterir. Benim aklıma ilk olarak farklı renklerde kalemlerle çözülen geometri problemleri geldi. Ama çok da emin değilim.”
“Bu biraz şaibeli gibi geldi bana. Herif üniversitede hoca olabilir, emekli ya da özel dershanede öğretmen de olabilir.”
“Onlar da mümkün… ”
“Gelgelelim oğlunu dövmesine. Haydi bunları anladım, adamın oğlunu dövdüğünü, öğrencilerine kötü davrandığını nereden çıkarttın bir de onu anlayalım.”
“En güzeli en sona kaldı. Sen anlatacaklarım dinleyince benimle dalga geçeceksin ama gayet mantıklı bir düşünce zinciri üzerinden ilerleyeceğim. Kullandığım yöntem de daha önce pek çok kez kanıtlanmıştır, şimdiden uyarayım. Şimdi… Adamın kulaklarına bakmanı istiyorum.”
“Af buyur?”
“Adamın diyorum, sol kulağının üst kısmı diğerinden daha uzun. Sanki çocukken çok fazla kulağı çekilmiş gibi, deforme olmuş. Çocukken çok dayak yemiş olmalı. Cüzdandan iki resim çıkmıştı, bir annesinin, bir de oğlunun resmi. Hayatındaki iki önemli varlığın resimleri. Babası? Ondan tek iz yok. Babadan yenilen dayağın izi çok bariz.
Oğlunu dövdüğünü nereden anladığımı soruyorsun… Çocukken görmüş olması muhtemel muameleden. Her insan çocuğunu bildiği tek şekilde büyütür. Anne ve babasından gördüğü şekilde. Bu şehirdeki gibi kapalı bir toplum içindeyse, eğitim ya da çevrenin alışkanlıklarını değiştirme ihtimali de düşükse, kendi anne babasının kopyasıdır.
Bu adam çocukluğunda şiddet görmüşse, muhtemelen kendi çocuğunu da dövüyordu. Hatta karısını da. Ailesi bu yüzden dağılmış olabilir. Resmin üzerinde yapışkan izine benzer lekeler var. Resmin yarısı yırtıldıktan sonra yeniden yapıştırılmış, sonra yeniden koparılmış gibi. Adam karısına kızgın, ama onu seviyor, pişmanlık duyuyor. Özlediği ve yeniden ailesini bir araya getirmek istediği için resmi yeniden tamamlıyor. Belki de bir sarhoşluk anında öfkesi yeniden depreşiyor, resim yine parçalanıyor.
Adamın hayatı çok zor geçiyor. İyi bir öğretmen, emek harcıyor. Yine de aldığı parayla ay sonunu getiremiyor. Öfkeli, çaresiz bir adam. Fişlerdeki alkol harcamalarını sen de gördün. İşin içine alkol de girince hayatı altüst olmuş bir profil karşımıza. Peki bu adam hırsını kimden çıkaracak? Oğlu yok, karısı yok, belli ki arkadaşı eşi dostu da. O zaman sosyalliğe duyduğu ihtiyacı nerede giderecek?”
“Okulda?”
“Tam üstüne bastın. Herkesin bir şekilde insanlarla kontak kurmaya ihtiyacı vardır. Kim olursa olsun, insanlarla temasa geçmeye. İletişim şekli değişir. Bu şiddet, şefkat, ya da sevgi olabilir. Bu adamın oğluna ya da karısına göstermiş olabileceği muhtemel şiddeti onlar yokken yansıtabileceği tek insanlar öğrencileri. ”
“Dediklerin mantıklı ama çok fazla boşluk var gibi geliyor. Fazla tahmin yürütüyorsun. Senin düşündüğünden çok farklı anlamlara gelebilir gördüklerin. Adamın yüzüğü tamirde olabilir, hasta olduğu için kilo vermiş ya da kaza geçirdiği için kulağı deforme olmuş da olabilir. ”
“Elbette olabilir, bunlar sadece teknik, genellemeler üzerinden ilerliyorum. Hatalı olma ihtimalleri her zaman var. Ama Kerim elimizde hiç bir şey yok. Adamın kim olduğu soruşturulana kadar bu yöntemleri kullanmaktan başka yol yok.”
“Bu kadar kurban incelemesi yeter. Biraz da katile vakit ayıralım bence. Diğer dört kurbanla karşılaştırıyorum da. Önce Kamyon şoförü, doktor, garson, kütüphane memuru, şimdi de öğretmen. cinayet mahalleri ayrı bir alem. Sebil sokak, Kurtuluş Mahallesi, Divan Mahallesi, Mevlana mahallesi, şimdi de Hastane sokak. Bunların hepsi birbirinden tamamen ters yönlerde. Hepsi şehrin ayrı yerlerinde. Kurbanların hepsi kırklı yaşlarda, kendi halinde adamlar. Bunun dışında benzer tek bir taraf göremiyorum ben.”
“Önceki kurbanların çocukları var mıydı?”
“Evet. Babasız kalmış tam dokuz çocuk. Yaşları 3 le 14 arasında değişiyor. Derya ne diyorum biliyor musun? Şu resimlere baksana, ne görüyorsun?” Kerim diğer olaylarda çekilen resimleri yan yana masa üstüne çıkardı.
“Ortak olan tek şey modus operandi. Yani katilin çalışma biçimi. Özellikle surata üst üste darbeler almışlar. Diğerlerinin otopsi raporunda da darp izlerinden bahsediliyordu. Katilimiz çok öfkeliymiş. Hırsını alıncaya kadar vurmuş. ”
“Vurdukça daha da öfkelenmiş. Bu adamları bu kadar hırpalayan kişinin cüssesi bayağı yerinde olmalı. Maktuller hiç de ufak tefek sayılmazlar.”
“Garsonu unutma, iri yarı bir adamdı.”
“Bu adamları bir köşede kıstırıp bu kadar dövmek zor iş. Ya birden fazla kişiler, ya da çok kuvvetli tek bir kişi. Sayının fazla olduğunu sanmıyorum, olay yerlerinde dağınıklık yoktu. İki kişi bile olsa itiş kakışta çevrenin daha fazla dağılması gerekirdi. Bence katilimiz 1.80- 1.90 boyunda ya da daha uzun genç bir adam. Kuvvetli. Öyle ki adamları tek başına öldüresiye dövebiliyor. Ve tabi çok da öfkeli. Bu kadar çabadan sonra yorulmuş olsa gerek. Yorulmuşsa da durmamış Bu defa yumrukları yerine bıçağını kullanmış. Hepsinde en az otuz bıçak darbesi var. İyi de neden bu kadar öfkeli? Bı kendi halinde adamlardan nasıl bir zarar görmüş olabilir ki?”
Her ikisi de bir süre sustu. Derya o kadar yorgundu ki esnemesine engel olamadı. Memurlar yavaş yavaş daireye gelmeye başlamışlardı. En sonunda kerim yeniden konuştu.
“Neyse… Derya ben arşivdeki kanepede bir saat kestireceğim. Artık düşünemiyorum.”
“Tamam, ben de eve gidiyorum zaten. Bu işi çözeceğiz Kerim. Bu işin içinden çıkacağız.”
“İnşallah öyle olur Derya, yoksa halimiz hakikaten duman.”
Hasan Hüseyin’in arabayı park etmesini beklerken önünde durduğu müstakil eve göz attı. Kenar mahallelerin birinde, bahçe içinde bakımsız bir evdi. Şimdiye kadarki beş dava içinde ilk defa belki de zanlı olarak nitelendirebileceği birileriyle konuşacaktı. Konuşacağı kişinin henüz liseye giden genç bir çocuk olması canını sıkıyordu.
Sabah on civarında Atatürk lisesinden okulun geometri öğretmenlerinden birinin derse gelmediğini, kendisine ulaşılamadığını bildirir bir telefon almışlardı.
Yanında Hasan Hüseyin ile birlikte okuldaki bütün hocaları dolaşmıştı. Adam hakkında derya’nın yürüttüğü tahminler bir bir tutuyordu. Şeref Eren yirmi iki yıllık öğretmendi. Birkaç ay önce karısıyla ayrılmışlardı. Oğlu İstanbul’da öğrenciydi.
Adam hakkında söylenenler genelde iyi şeylerdi. Birkaç ay öncesine kadar kimselerle düşmanlığı olmayan, okuldan eve, evden okula gelip giden yalnız bir adamdı. Ancak karısından ayrıldığından beri sanki karakter değiştirmişti. Gündüzleri okula akşamdan kalma, leş gibi içki kokar vaziyette geliyor, ders aralarında öğretmenler odasında uyukluyor, derslerde öğrencileri hırpalıyordu. Önceki hafta bir lise son öğrencisini sınıf arkadaşlarının gözü önünde adam akıllı dövmüştü. Kimsenin aklına adama kin besleyecek başka biri gelmiyordu.
Kerimin öğretmenlerle konuştuktan sonra yaptığı ilk iş o öğrenciyi aramak olmuştu. Belki de adam gerçekten diğerlerini öldüren aynı kişi tarafından öldürülmediği için bu dava onu bu kadar huzursuz ediyordu. Ferdi’nin hocasını tehdit ederek sınıftan fırladığı o günden beri raporlu olduğu anlaşılıyordu. Öğretmenlerin çoğu çocuğun başına gelenlerden kendisinin sorumlu olduğunu düşünür gibiydi. Dört öğretmenden üçü çocuğu anlatırken serseri, tembel, işe yaramaz kelimelerini kullanmıştı. Ama Kerim Ferdi’yi şimdiden tanıyordu. Bu yaştaki bir çocuğun özellikle büyüklerin tepkisini toplaması, onları kızdırması çok kolaydı, çünkü onlar da çocuğu kızdırıyorlardı.
Kerim şimdi önünde durduğu bu eve bakarken çocuğun nasıl biri olduğunu düşündü. Belli ki zor şartlarda büyümüştü. Hep parasız, hep bir adım geride kalmak zorundaydı. Ama o buna karşı çıkmıştı. Kendi kurallarını koymuş, kendi mahallesinde kendi arkadaş grubunu kurmuştu. Ergenlik çağına gelince de mahallenin belalı tiplerinden biri olup çıkmıştı. Aslında hem yaşından çok küçük, hem de yaşının gerektirdiğinden çok daha büyüktü. Başkalarının sessiz sedasız kalacağı durumlarda tepki veriyor, çabuk öfkeleniyor, ancak özellikle öğretmenlerini kudurtacak konularda birden olgun, genç bir adama dönüşüyordu. Rehberlik hocası çocuğun ne kadar belalı biri olduğunu anlatırken Kerimin dikkatini çeken şey , aslında çocuğun kimsenin canını yakmamış olmasıydı. Sadece başka insanları kızdırıyordu. Okul ya da öğretmenleri kafasına takmıyordu.
Onun hayatında formüllerden çok daha büyük dertler varken, dersi dinlemek niye umurunda olsundu ki?
Kerim bu yaşlardaki bir çocuğun, hele ki Ferdi’nin karakterindeki bir çocuğun gururunun kırılmasının nelere mal olabileceğini biliyordu. Bilmediği şey çocuğun gururunu kurtarmak için ne kadar ileri gidebileceğiydi. Eve girmeden önce Derya’ya telefon açıp durumu anlattı. O sırada kapısına dayanmış iki ulusal kanal muhabirini başından atmaya çalışan kadının sesi sabrının sınırlarında olduğunun habercisiydi.
İki polis geometrik desenli ferforje kapıdan içeri girerken onları zincirin ucunda kendilerine ulaşmaya çalışan kocaman bir çoban köpeği karşıladı.
Hasan Hüseyin yerinden sıçrayıp kapıdan bir metre kadar uzaklaştı. “Kerim ağabey, korku filmi gibi oldu buralar.” Kendini toparlayıp köğeğe uzak durmaya çalışarak içeri girerken devam etti.“Gece yarısında sokaklardan ölü topluyoruz, sorgulamaya gittiğimiz evlerde kocaman itlerle burun buruna geliyoruz. Bir köşeden de manyağın biri elinde testereyle çıkıverse tam filmiz.”
“Allah’tan büyük şehirlere tayinimiz çıkmıyor be Hasan Hüseyin. Oralarda durmadan bunlarla uğraşıyor insanlar. Ömrünün her gününü böyle geçirdiğini düşünsene.”
“İnsan en sonunda kafayı üşütür be ağabey.”
Kapıya ulaştıklarında Kerim birkaç kere zili çaldı. Eldivenli ellerini hohlaya hohlaya birkaç dakika beklediler. Mavi boyalı Demir kapının diğer tarafından minik, hızlı adımlar duyuldu. Kapı aralığından kucağında başka bir çocukla on iki – on üç yaşlarında bir kız çocuğu çıktı.
Kerim üstü başı dökülen kıza baktı. Kerdeşininki gibi zümrüt yeşili gözleri bir ayrı kederli bakıyordu sanki. “Ağabeyin evde mi kızım?” Kızın soruyu cevaplamasına kalmadan kapıda neredeyse Hasan Hüseyin ile aynı boyda, ondan daha yapılı, otuzlu yaşlarda bir delikanlı belirdi. Adamın üzerinde sırf pijama altı bir de önü lekeli, eski bir kazak vardı.
“Ferdi Günbeğen?”
“Ben ağabeyi olurum. Bir şey mi vardı?”
“Kendi evde yok mu?”
“Ne yapacaksınız Ferdi’yi. ” Kerimi yanındaki memuru zapt etmeye fırsat bulamadan Hasan Hüseyin bir adım öne çıktı. ‘Yine horozlanacak’ diye geçirdi Kerim içinden. “Arkadaşım, ben polis memuru Hasan Hüseyin, bu Baş komiser Kerim, şu belimde gördüğün de devlet babanın bana vermiş olduğu yetki. Devletin polisiyle adam gibi konuş.” Kapıdaki adamın şaşırmış gibi bir hali yoktu. O da ayağında terliklerle kapıdan bir adım dışarı çıktı.
“Devlet baba durmuş durmuş da şimdi mi aklına düşmüşüz? Hem polisin ne işi olurmuş on yedi yaşında lise talebesiyle. Derdinizi bana bir deyin önce.”
Kerim araya girmezse işlerin yoldan çıkacağını fark etti. Deli bozuk Hasan Hüseyin yiğitliğe toz kondurmamak için geri adım atmazdı, kapıyı şimdi arkasından kapatmış bu adamın da onlardan korkacağını hiç sanmıyordu. Onlar orada didişe dursun, pencereden birileri dışarıyı izliyordu. Eğer olay daha da büyürse olası bir zanlıyı ellerinden kaçırma ihtimalleri vardı.
“ Hasan Hüseyin sen dur hele.” İki adamın arasına girdi. Sesini mümkün olduğu kadar sakin tutmaya çalışarak devam etti. “Sen de sakin ol aslanım. Biz okuldan geliyoruz, Şeref Eren’i araştırıyoruz. Geçen hafta kardeşinle bir olayları olmuş herhalde. Bir de kardeşini dinlemek için geldik. Tutanak filan tutulmayacak, sadece sohbet edeceğiz.”
Adam söylediklerini duyunca durakladı. “Komiserim öyle desene. ” Adam kapıyı açıp her ikisini de buyur etti. “Borç diye her Allahın günü birileri kapıya dayanıyor,siz de öyle geldiniz zannettim.”
Ferdi, anasız babasız geçmiş bir ergenlik döneminin ortaya çıkardığı, hayata öfkeli, kapışmaya hazır bir çocuktu. Her ne kadar parlamaya hazır gibi görünse de, Kerim öğretmenini öldürebilecek biri olduğuna bir dakika bile inanmamıştı. Onu asıl düşündüren çocuğun ağabeyiydi. Kardeşlerine baba gibi sahip çıkan genç adam, tam da Deryanın çizdiği profile uyuyordu. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, asabi, sinirlerini zor zapt edebilen geç bir adam. Üstelik cinayet için geçerli bir sebebi de vardı. Kerim sohbet eder gibi önceki gece nerede olduklarını da sormuştu. Yusuf takside gece nöbetinde olduğunu, kendi evde olmadığı için çocuklara Ferdi’nin baktığını anlatmıştı.
Kerim, öğretmenin öldüğüne hiç değinmeden sorular sormuştu. İki kardeş de çok öfkeliydiler. Ferdi hocayı kızdıracak bir şey yapmadığına yeminler ediyordu. Sadece arka sıradaki arkadaşına kağıt fırlatmıştı. Hocası onu görmüş, yanına gelmiş, önce bağırıp çağırmış, arkasından hırsını alamayıp vurmaya başlamıştı. Ferdi de sınıftan çıkarken adamı tehdit etmekten geri kalmamıştı. Arada sırada vitrinde duran ana babasının fotoğrafına bakıyor, “Ben de rapor aldım” diyordu. Dava açacağım. Elinde avucunda ne varsa alayım da görsün gününü. Ferdi köpürürken ağabeyi de sessiz duramıyordu. Çocuğu gibi bakıp büyüttüğü kardeşinin suratındaki morluklara baktıkça öfkesi yeniden alevleniyordu.
Yalnız Kerimi düşündüren bir nokta, ikisinin de adamın yaşıyor oluşuna verdikleri tepkilerdi. Kesinlikle hiçbir şey. Yalan söyler gibi bir halleri yoktu. Konuşurken duraksamıyor, tedirginlik göstermiyor, ya da Kerimle Hasan Hüseyin’in varlığından huzursuz olmuyorlardı. Kerim her bir hareketlerini dikkatle izlemişti. Haksızlığa uğramış iki insan vardı karşısında, ya da çok iyi yalan söyleyebilen iki uzman. İkinci seçeneğin doğruluk ihtimali oldukça zayıftı. Yine de ne taraftan bakılırsa bakılsın, iki kardeş, özellikle deYusuf zanlı listesinde ilk sıraya yerleşiyordu. Şimdi Kerim’in tek düşünebildiği elindeki sorularına aldığı hiçbir cevabın kendi istediği cevaplar olmadığıydı.
“Hastaneye, Ayvazla konuşmaya gittim. ” dedi merdivenleri çıkarken.
“Ee var mı bir gelişme?”
“Dün gece maktule dikkatli bakmamış sanırım, çünkü adını söyler söylemez adamı tanıdı. Adam kız kardeşinin dersine giriyormuş, bir iki defa veli toplantısında karşılaşmışlar. ”
“o nasıl tanıyor adamı? ”
“Senin telefonda anlattıklarına benzer şeyler söyledi.” İkisi birlikte odaya girdiler. Derya kabanını askılığa asıp sandalyesine yığılır gibi oturdu. Çok yorgundu.
“Şimdiye kadar okulda bir problemleri olmamış. Derslere düzenli gelip giden, öğrencileriyle tek tek ilgilenen bir hocaymış. Bir de en son geçen ay görmüş galiba. Adam meğer hastanede staj yapan iki çocuğa burs veriyormuş. Hatta derslerinde yardımcı olabilmek için çalıştırıyormuş. Bir tanesini evlat edinecekmiş galiba. Onların yanından ayrılırken karşılaşmışlar. Ayvaz kızın okuldaki durumunu sormuş. Şeref de ayaküstü geçiştirmiş. Ayvazın dediğine göre son zamanlarda kardeşi adamdan fazlaca şikayet edermiş zaten. Geçen hafta öğrencilerden birini hastanelik ettiğini anlatmış.”
“Anlamıyorum böyle adamlar nasıl öğretmenlik yapıyor. Kimse şikayet etmeyi aklından geçirmemiş mi şimdiye kadar. Çoluk çocuğumuzu nasıl yerlere emanet ediyoruz böyle?”
“Dediğim gibi adam son zamanlara kadar sorunsuzmuş.”
“Ne bileyim Derya, bu günkü çocuğun halini görmen lazımdı. Anası babası yok. Ama bu çocuğun kimi kimsesi yoksa devlet de mi yok? Niye kimseler müdahale etmemiş bu adama. Niye kimseler ellerinden tutmamış. Şu halleri gördükçe… Hani neredeyse katile hak vereceğim geliyor.” Her ikisi de meseleyi düşünürken uzunca bir sessizlik oldu.
“Daha da ilginci” dedi Derya , “Ayvaz Ferdiyi de tanıdı. Acilde pansuman yapılırken o da bir hasta bırakmaktaymış. Çocuğun hali çok kötüydü diyor. Arkasından da boyuna son zamanlarda neler oluyor millete muhabbeti yaptı. Dediğine göre neredeyse her ay bu kadar kötü tartaklanmış çocukları tedavi ediyorlarmış. Aralarında aileleri tarafından dövüldüğünden şüphelendiği çocuklar da varmış. Geçen ay da ambulansla altı yaşında başka bir çocuk getirmiş hastaneye. Çocuk Mevlana mahallesinden hastaneye kadar sayıklamış. ‘Baba vurma’ diye sayıklaması hala kulaklarımda çınlıyor dedi. ”
“Madem öyle, o hergele ne demeye el atmamış olaya? Madem ailesinden dayak yemiş küçük çocuklar geliyor, o ne demeye ses çıkarmamış.” Kerim sabahtan beri ilk defa sesini yükseltiyordu. Onun çocuklarla ilgili hassasiyeti daha fazlaydı. Kerim ve karısı on beş senelik evlilikleri boyunca çocuk sahibi olmak için tedavi görmüşler, ancak sonunda anlaşarak evliliklerini bitirmişlerdi. İşte bu yüzden çocukların söz konusu olduğu durumlarda fazlasıyla hassastı. Kendisi çocuk sesine hasretken bu nimete kavuşmuş olan insanların hoyratlığına öfkeleniyordu.
“Bilmezmiş gibi konuşma Kerim, ne diyebilecek, dese de ne faydası olacak ? Ailesinden alsan o çocuğu, kim sahip çıkacak ki? Gittiği yerde daha kötü olmayacağının garantisini kim verecek?”
Onlar aralarında konuşurken içeri Kevser girdi. Kevser büronun masa başı görevlisiydi. Derya ilk geldiği günden beri bu biraz sakar, sessiz kızı çok sevmişti.
“Otopsi raporu geldi amirim. Darp, kırk yedi bıçak darbesi.Ölüm sebebi kan kaybı. Önceki vakalarla birebir aynı . Hasan beyin de selamları var, bir de ‘Ona yaptığım iyilik sondur, bir daha da yemeği söylemeden ona iş filan yapmayacağım. ’ dedi. ”
“İstediği yemek olsun. ” Kerim dosyayı incelemeye başladı.
Dosyayı okurken ıslık çaldı. “Kırk yedi kere bıçaklamış adamı. Canı kalmadığı halde vurmuş. Neye sinirlenmiş ki bu kadar. Derya bunda daha şahsi bir şeyler var. Kimse tanımadığı bir adama bu kadar öfkelenemez. İsmini en tepeye yazmaktan hiç hoşlanmıyorum ama Yusuf tam da bu işi yapacak bir adam gibi duruyor. Profile uyuyor, cinayet için sebebi var. Yarın ilk iş aldırıyorum sorgu için.” Bir sayfa daha açtı. İkinci kere ıslık çaldı. “Kan değerlerine bak, adam öldürülmese alkol komasından gidecekmiş zaten.”
Kerim dosyaya dalarken Derya da bilgisayarında önceki olay yeri fotoğraflarını incelemeye koyuldu. Kerimle dün konuştukları aynı şeyleri kafasında evirip çeviriyordu. Bir şeyleri gözden kaçırıyordu. Gece uyku tutmamıştı düşünmekten, bir şeyleri atlıyordu ama neyi?
Birden beyninde şimşekler çakmaya başladı. Neyi atladığını adı gibi biliyordu. Nasıl da görememişlerdi? Bu kadar yıllık tecrübesi var diye kasım kasım kasılıyordu bir de. Kendi kendine küfretti.
“Kerim.. Şeref’in arabası var mıymış?”
“Evet, Beyaz, doksan model Şahin. Niye sordun?”
“Arabayı bulabildiler mi peki? ”
“Bulundu. Evine 100 metre kala bir yerde park etmiş. O kadar sarhoşken oralara kadar nasıl gelebilmiş hayret doğrusu. ”
“Evine yüz metre kala arabadan inip yürümüş mü yani? Gecenin ayazında, sarhoş haliyle. ” Bir yandan ekrana bakıyor, bir yandan da önündeki kağıda hızla bir şeyler karalıyordu. Kerim kadının tavırlarındaki değişikliğin farkındaydı.
“Ayılmak, biraz hava alıp rahatlamak için arabadan inmiş olamaz mı? Hey hey, nereye Derya?”
Derya askılığa attığı kabanını sırtına geçirmişti. Az evvel bir şeyler yazdığı kağıdı kabanının cebine tıkıştırdı. Yorgun halinden eser kalmamış gibiydi. Belindeki beylik tabancasını kontrol ediyordu. Kapıdan çıkmak üzereydi. “Kerim aklıma bir şey geldi. Doğruysa zanlıyı bulduk demektir. Yok eğer yanlışsa… gerisini o zaman düşünürüz. Benden haber bekle olur mu? ”
Kadın kapıdan çıkarken Hasan Hüseyin kendi kendine söylenmeyi ihmal etmedi. Büyük şehirlerden gelenler hakikaten dengesiz oluyorlardı.
Aklındakileri sırasıyla yaparsa ve tabi şansı da yaver giderse, bir buçuk iki saat içinde katili yakalayabilecekti.
Önce tek tek kurbanların yaşadığı mahallelere gitti. Her bir evin kapısını çalıp aile fertleriyle tek tek konuştu. Özellikle çocuklarla. Her evde karşısına küçücük, tertemiz yüzler çıkıyordu. Babalarını kaybettikleri halde sağlıklı, mutlu küçük yüzler. Her birine aynı soruları soruyordu. Bıkmadan , usanmadan . Önce annelere, ardından çocuklara hep aynı soruları sorup, neredeyse aynı cevapları alıyordu.
Şimdiye dek hep kurbanları araştırmışlardı. Nerelere gittiklerini, nerelerde yaşadıklarını, mesleklerini, nasıl insanlar olduklarını. Ortaokulda hangi öğretmenden ders aldıklarına varıncaya dek her bir ayrıntıyı didik didik etmişlerdi. Aralarında en küçük benzerlik, yollarının kesiştiği tek bir nokta bulmak için çabalayıp durmuşlardı. Ama hiç birinin aklına ailelerini araştırmak gelmemişti. Evlerinin içine girmek, nasıl insanlar olduklarını bir de onlardan dinlemek hiç akıllarına gelmemişti.
Bir de, mutlaka yollarının geçtiği ikinci ortak noktayı atlamışlardı. Hayatları, meslekleri, maddi durumları baştanbaşa farklı bu beş adamın bir şekilde yolunun düştüğü tek yer vardı. Hastane. Adamlar şehirlerarası otobüse bile farklı mevkilerden biniyorlar, ama sağlık ihtiyaçları için hep aynı yere gidiyorlardı.
Derya uğramayı düşündüğü son yere de gidip beklediği cevapları aldığında, geriye tek bir iş kalıyordu. Altı aydır şehirdeki her eve korku salan kişiyi tutuklamak.
Hemen Kerim’e telefon açtı.
“Kerim haklıydın!”
“Tabi ki haklıydım. Hangi konuda?
“ Bu adamların ortak noktalarının ne olduğunu bulmaya çalışıyorduk. Beş adam, tek bir ortak özellikleri vardı.”
“Cinayet şekli dışında fazla bir şey bulamamıştık ki. Hepsi kırklı yaşlarda, işinde gücünde sıradan aile babaları.”
“Tam üstüne bastın ortak. Katil sadece sıradan aile babalarını öldürüyor. Kendi babasını yani, her seferinde yeniden. Bir de araba meselesi var. Adam gecenin ayazında neden evine yüz metre kala dursun. Ve tabi o durumda oraya kadar nasıl gelsin. Yanında tanıdığı biri vardı. Onu evinin yolu üzerinde arabadan indirip karanlık sokağa yürüten ve adamın da hiç şüphelenmeyeceği biri.
Ben yarım saat içinde hastanede olurum. Başhekimle konuştum. Yanında da bizim çocuklardan emniyetin spor salonunda karate dersi alan üç tanesini getirirsen iyi olur. Her birini hastanenin bir kapısına yerleştirelim. Bir de gömleğinin içine çelik yelek giymeyi unutma. Bu gün bu işi çözüyoruz.”
“Dur deli dur. Bir şey anlamadım. Noluyor, kimi alıyoruz?” “Gelince görürsün. Çocuklar da sen de çelik yelek giyeceksiniz unutma.”
Şimdi bütün hastane üçüncü kattaki özel odada yatan hastayı konuşuyordu. Hastanın adı sır gibi saklansa da adamın ağır yaralı olduğu fısıltı halinde bütün hastane personelinin dilindeydi. Odanın kapısında ızbandut gibi bir polis memuru bekliyordu. Koridorun başındaki asansör sadece hastane personeli tarafından kullanılabiliyor, hiç kimse odaya yaklaşamıyordu. Polis de sadece ihtiyaç gidermek için yerinden ayrılıyordu.
Gece üç sıralarında, kapıda bekleyen polis yorgunluğa yenik düştü. O da hastanenin geri kalanıyla birlikte uykudaydı. Bu yüzden sessiz adımlarla yanına süzülen adamı fark etmedi bile. Uzun boylu adam polise iyice yaklaşıp elindeki pamuğu polis memurunun yüzüne bastırdı. İki uykulu nefes sonra polis memuru devreden çıkmıştı bile.
Uzun gölge sessizce kapıyı araladı, yatakta yatan adama baktı. Yüzündeki ifadeyi çözmek güçtü. Pişmanlık duyuyor gibiydi, belki de yapmak üzere olduğu şey şimdiden onu rahatsız ediyordu. Ama gözleri bambaşka şeyler söylüyordu adamın. Öfkeliydi genç adam. Hasta yatağının yanı başındaki sandalyeye oturdu. Loş ışıkta yatakta yatan adamın yüzünü seçemiyordu. Odada duyulan tek ses solunum cihazının pompasının inip kalkarken çıkardığı hışırtı ve medikal cihazların çıkardığı ritmik seslerdi.
“Bunu sana niye yaptığımı merak ediyorsundur diye geldim… “ dedi “Başladığım işi yarım bırakmak adetim değildir bilirsin, senin işini de yarıda bırakmayacağım. Ama ölüp gitmeden önce sebebini bil istiyorum. Dinlemiyor gibi görünsen de bilinç altında beni duyduğunu biliyorum. O yüzden anlatacağım!”
“Gün boyu hastaneye gelen o kadar çok insan var ki” dedi genç adam oturduğu yerden. Sesi çatallıydı. Ağlamamak için kendini zor tutuyor gibi bir hali vardı.
“Sabahtan akşama kadar bir sürü insan geliyor buraya. Her birinin başka başka dertleri var. Hepsi çare bulmak için geliyor. Ama herkese yardım edemiyorsun. Büyüklere çok fazla acımamayı öğreniyor insan zamanla. Ama çocuklar… Buraya geldiklerinde yardım bekledikleri tek insan sensin. Anne babalarını bile görmez oluyorlar bazen. Uzun geceler hasta yatağında yatarken yanı başlarında bir tek sen oluyorsun.
O kadar minikler, o kadar çaresizler, o kadar korunmaya muhtaçlar ki.” Sesi karıştı. Belli ki artık kendini tutmaya çalışmaktan vazgeçmişti.
“Ben çocukken… Evimi, annemi çok özlüyordum. Beni yuvaya oraya bırakan adamı değil ama annemi ve ağabeyimi çok özlüyordum. Kötü yerdi yetiştirme yurdu. Anneler hiç anne gibi değildi, müdür baba da baba gibi değildi zaten. Yaramazlık yaparsan dövüyorlardı, oyuncakları kazayla da olsa kırarsan aç kalıyordun, kavga edersen karanlık odaya kilitleniyordun. Hiç sevmedim orayı hiç!
İnsan çocuklara nasıl bu kadar kötü davranabilir? Buna en iyi senin cevap vermen lazım! Karşı koymaya kuvveti yetmeyen ufacık şeyler onlar. Büyüseler bile, insan kendinden daha küçük birini nasıl bu kadar hırpalayabilir?
Her hafta başka başka çocuklar getirdiler buraya. Kolları yara bereyle, küçücük yüzleri sararmış çürüklerle dolu bir sürü çocuk. Babaları gözlerimin içine bakıyordu her seferinde, çocuklar da babalarının yüzüne. Korkuyla bakıyorlardı. Bir daha ne zaman dayak yiyeceklerini merak eder gibi bakıyorlardı. Benimse elimden hiç bir şey gelmiyordu. Ne yapabilirdim ki? Kime şikayet edebilirdim, nasıl yardım edebilirdim ki? Onları kendi ellerimle yine canlarını yakan adamlara teslim ediyordum. Kim bilir kaç gün sonra yeniden bu hale geleceklerini bile bile hepsini geldikleri yere gönderdim.
Sonra bir şeyler yapmaya karar verdim. Hiç olmazsa hayatlarını birazcık neşelendirebilecek bir şeyler. Her gün çocuklarını ellerinden tutup bana getiren o pis heriflerini canını yakmak istedim.
Hani sen de hep derdin ya, ‘Her insan kendisi kadar başkalarından da sorumludur’ diye. Bu nasihatini hiç unutmadım ben. Verdiğin hiçbir nasihati unutmadım aslında. Babam gibiydin sen benim. Beni yetiştirme yurduna bırakan babamdan, beni karanlık odaya kapatan müdür babamdan farklıydın. Gerçek babamdın.
Sonra sen de değiştin! ” ağlamaklı sesi birkaç ton yükseldi. Artık üzüntü değil öfkeyle konuşuyordu.
“Buraya senin dövdüğün o çocuğu getirdiler. Benden birkaç yaş küçük bir çocuk. Senin oğlun olacak yaşta bir çocuk. Nasıl oldu da, vurabildin ona? Kendi babanın yaptıkların anlatırdın hep! Seni nasıl dövdüğünü anlatırken gözlerin dolardı. Aynı şeyleri! Aynı şeyleri başka birinin çocuğuna sen nasıl yapabildin?!!
İşte bu yüzden seni bulmaya geldim. Altı aydır her gece içmeye gittiğin öğretmen evinin kapısında çıkmanı bekledim. Yalpalayarak çıktın, arabaya bindin. Yardımına koştum ben de. Nöbetten eve dönerken görmüştüm seni. O kafayla ‘Ne nöbeti’ diye sormayı bile unuttun. Evine gelen yolda konuştuk, konuşmamızın tek bir kelimesini bile anlamadın. Ben sana anlattım ama sen dinlemedin bile. En sonunda çocuğu niye dövdüğünü sorunca da güldün. Hatırlamıyordun bile! Canını yaktığın o çocuğu hatırlamadın bile.” Öfkeyle yerinden fırladı. Elinde kocaman sustalı bir çakı vardı.
“Allah senin de belanı versin! Bir de sana baba demeye niyetleniyordum! Beni de döver miydin o çocuk gibi? Babanın seni dövdüğü gibi, senin o çocuğu dövdüğün gibi beni de hastanelik eder miydin sana baba deseydim? Allah belanı versin! Allah belanı versin!”
Çakıyı hırsla yataktakine sapladı. Tekrar tekrar, yorgun düşünceye kadar sapladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da bıçağını indiriyordu.
Ve birden soğuk hastane odası bembeyaz ışıklarla aydınlandı!
Mengene gibi kollar yataktaki adamın üzerine kapanmış çocuğu yakaladı. Çocuk kıpırdayamadı. Nefes alamadı. Sadece ağlıyordu. Yatakta çarşafın altına gizlenen yastık delik deşik olmuştu.
Polis memurları bileğine kelepçeler takarken Derya çocuğa baktı. Yirmi değil, kırk yaşındaydı sanki. Öylesine yorgun, öylesine bezgin görünüyordu. Sonra bir ara, gözyaşı içindeki yüzünde on yaşında kimsesiz bir oğlan belirip kayboldu. Ölen babasını ardından ağlayan yetim bir çocuk.
Kerimin ve Hasan Hüseyinin yüzündeki ifadeyi görmemek için arkasını döndü. Onların da kendisi gibi ağladıklarını bilmek için gözlerini görmesine ihtiyacı yoktu. Unuttuğu yorgunluğu birkaç misliyle birden yeniden omuzlarına çöktü.
Ömründe hiçbir zaman yaptığı işten şimdiki kadar nefret etmemişti.