Suna Hanım her
günkü gibi sabah ezanıyla uyandı. Besmele çekip yatağından çıktı, kireçlenme
yüzünden sertleşmiş eklemlerini zorlayarak önce banyoya gitti. Sızlayan ellerini,
çatlak ayaklarını yıkadı soğuk suyla. Pembe mine oyalı havlusuyla yüzünü
kuruladı, kahverengi elbisesini giydi, tülbendiyle beyaz saçlarını
gizleyip pembe iplikle işlenmiş etamin seccadesinin üzerinde namazını kıldı. Gün
ağarana dek doksan dokuzluk tespihi elinde, küçük sokağın açıldığı meydanı,
meydana giren çıkanları, bakkala gelen ekmek kamyonunu, kasabın çöpünü eşeleyen
sokak kedilerini, meydanın kenarındaki ağaçları şenlendirmiş nisan çiçeklerini
izledi.
Nihayet
yerinden kalktı, mantosunu giyinip bakkala gitti. Her gün yaptığı gibi
gazetesini aldı, meydanın diğer ucundaki parkın en ucundaki banka oturdu. Cebinden
çıkardığı yakın gözlüğünü gözündeki ile değiştirip gazeteyi açtı. Her gün
radyoda dinlediklerini bu defa sayfalardan okudu.
Sayfaları
üstün körü geçerken nüfus istatistiklerini veren bir habere takıldı gözleri.
Doğumlar ve
ölümler birer sayıdan ibaretti sarımsı gazete yaprağı üzerinde. Her biri birer
müjde olan bebecikler , ocaklarda ateş olmuş kayıplar birer artı demekti
sadece. Bir kasa domates ya da bir çuval kömür demek gibi bir şeydi insanları
böyle sayılara dökmek. O sayıların içinde kendi yuvasından gelip geçmiş canlar
da vardı. Onları insanlıktan çıkarıp, isimlerini, kimliklerini on tane rakama
sıkıştırmış olanlara kızamadı. Belki de onlar böyle acılar yaşamamışlardı.
Dalgın gözlerini fikirlerinden çıkarıp önündeki
kağıda dikti yeniden.
Mevsimlere
göre ölüm sayıları verilmişti bir köşede. Kendisinin o sayılar arasında ne
zaman yer alacağını merak ederek okudu rakamları. Bahar aylarında intihar
oranlarının arttığını haber veren minik puntolar üzerinde gezindi gözleri. İçindeki
incecik bir sızı cız etti. Ne acı bir haberi ne önemsiz bir şekilde veriyordu
duygudan yoksun kelimeler. Bir canın kurtuluş yolu bulamayışını ne de yavan bildiriyordu.
Yalnız sonunda küçük bir soru soruyordu. Neden bahar aylarında artış
gösteriyordu bu sayılar?
Değil mi ya?
Güneş gülümsemeye başlamış, bütün hayat baştan cana gelmişken, her bir yan
bahara bürünmüşken nasıl vazgeçebilirdi insan yaşamaktan? Hele ki nisansa
aylardan nasıl umutsuz olabilirdi insan?
O tek soruyu
soran her kimse, belli ki hiç sıkıntı çekmemişti. Belli ki bilmiyordu insanın
gözlerinin önünde yaşanan ne olursa olsun mühim olanın yüreğinin içindeki
mevsim olduğunu.
Bilmiyordu
ki çiçekler açsa da, bahar yağmurları havayı, toprağı denizleri yıkasa da bazen bir yüreği yıkamaya
yetmezdi. Bilmiyordu ki bazen bahar insanın içindeki kışı bitirmeye yetmez,
hatta belki o yüreği biraz daha soğuturdu. Bazen ne haftaların, ne mevsimlerin ne de
yılların yaraları iyi etmeye faydası olurdu.
Suna Hanım sol
gözünden kırışık yanağına inen tek damla yaşı
elinin tersiyle sildi. Gazeteyi katlayıp mantosunun cebine koydu.
Dönüşte bakkala uğradı, taze ekmeğini, günlük sütünü aldı. Sütü kasabın
kapısında bekleşen kedilerin önündeki çanağa döküp depozitolu şişeyi elindeki
poşete attı.
O sabah çayı
demleyip kahvaltı masasında otururken kızının karşı duvarda asılı duran resmine
bakamadı.