* Adalet. Bu dünya üzerinde eksiksiz adalet yok. Var diyen yalan söyler, öyle bir şey arayan da fena dağılır. Ha eksiksiz adalete olabildiği kadar yaklaşması gereken merciler var. sorumlu olduğu konularda sorunlu olanlar. Onlar sadece var.
* Tilkinin yerini bulmasını bekleyen korkak tavşanlar gibiyiz. Kuytu köşelere sinmiş meraklı gözerle dışarıyı izliyoruz. Her şeyi değil, yalnız çalıların izin verdiği kadarını görüyor ve gördüğümüz kadarıyla yetiniyoruz. Tilki başka tavşanları parçalarken, sırf kendimiz güvendeyiz diye susup oturuyoruz. sıranın bize de geleceği ihtimalini düşünmeden sahte güvenin tadını çıkarıyoruz.
* Çocukken büyüdüğünde hayalet olmak isteyen çocuk var mıydı benden başka? Doktor diyodum soranlara ama, gizliden gizliye bi konağa dadanıp gelen geçeni korkutmak hayallerim vardı :)) Hayalet demişken, bu psikopat hayallerin yegane sebebi Tim Burton ve Beetlejuice'dır.
* Sahi bi Clementine vardı. N'oldu ona?
* 3 Mavi , 4 Kırmızı, 2 Beyaz topun bulunduğu torbadan tekrar torbaya atmamak üzere 3 top çeken kişinin her seferinde siyah top çekmeyi başarabildiği bilindiğine göre; a) bu kişinin mavi defteri vardır, b) bu kişi Bedevinin önde gidenidir c) Bu kişinin Allah belasını versin d) Hepsi
21 Eylül 2012 Cuma
20 Eylül 2012 Perşembe
Nergis
Neden
bıkmıştı kendinden bu kadar? Neden başkalarını üzmek varken illa ki kendi
kendini üzmekte ısrar ediyordu? Neden kurtulmak istediği tek şey kendi
yüreğiydi?
İşin özünde,
yüreğinden dışarı çıkamaz, kendini gözden çıkaramazdı. Çünkü su yüzündeki yansımasını gördükten
sonra hayaline kapılan nergis misali, gözünü kendi içine çevirdiğinde bildiği her
şeyden daha güzel bir yaratıkla karşılaşmış ve hayatını kendine adamıştı.
Yalnız kendine.
Dünyada
kendinden başka nefret edilecek şey bulamayan insanlara dışardan bakanların
anlayamadıkları sır buydu işte. Onların özlerine duydukları nefretin bu
denli büyük olması, o öze verdikleri değerin herhangi bir varlığa
verdiklerinden daha fazla olmasındandı. Duydukları nefretin büyüklüğü, kendilerine duygukları sevginin büyüklüğüyle orantılıydı.
...
..
.
.
.
.
Ciddiye almayınız, denemedir. :)
Etiketler:
deneme,
mavi defter,
nergis
17 Eylül 2012 Pazartesi
Yolda
Burnunun
direği sızlardı bazen.
En çok işte
böyle yola düştüğünde. Hele bir de radyoda Müzeyyen Hanım başlamışsa içli içli
söylemeye. Bir de kolunu dayadığı camdan içeri serin serin esiyorsa bahar rüzgârı.
Rüzgârdan mı, radyodan ona seslenen içli hicazdan mı, yoksa yüreğini
sıkıştıran, saçlarındaki akları sıklaştıran, yılları şeker değil de zehir diye
yudumlatan, şakağındaki yara izi gibi cisminin bir parçası olmuş o değişmez acıdan
mı bilemezdi gözlerindeki yaşlar. Boğazına oturmuş gömlek yakasını gevşetir,
zorla yutkunurdu. Gözlerini avuçlarına kurular, tek damla akıtmazdı.
Hayatın ona
yüklediği zalim rolleri hiç ses çıkarmadan, belki biraz korkak bir teslimiyetle
oynamıştı hep.
Nerede kavga
olsa orada adı geçer, adı yoksa kendisi hazır bulunurdu. Belalı adamın tekiydi,
“Bulaşma sakın” ihtarları kulağına çalınırdı nereye gitse. Hiçbir işte dikiş
tutturamamıştı o güne kadar. Hiç bir patrona katlanamamış, en uzun altı ay
çalışıp, bir de üstüne kavga ederek çıkıp gitmişti hepsinden. Evlatların en
asisi olmuştu. Anaya asi, babaya kabahatli, ellerinde avuçlarında ne var ne
yoksa satıp savan, parasını ne idüğü belirsiz işlerde harcayan, o da yetmezmiş
gibi, en lazım olduğu zamanda çekip giden evlattı. Abilerin en kötüsüydü. Kendinden küçük iki kardeşinin yüzüne
bakmayan, zerre vicdanı sızlamadan kapıları yüzlerine çarpıp selamı sabahı
kesen abiden ne hayır gelirdi insana? Babaların en rezili, kocaların en
utanmazıydı. Her ikisini de parasız pulsuz ortada bırakıverip gurbet ellerde
başka kadınlarla düşüp kalktığının hikâyeleri anlatılırdı aradan geçen on beş
seneden sonra bile eski mahallelerinde. Ne bayramda, ne cumalarda, bir kere bir camiye
uğradığını gören yoktu o güne kadar. Vicdansız serserinin tekliydi.
Önceleri
hoşuna gitmişti bu karanlık şöhret. En bıçkın delikanlıların onu gördüğünde
yolunu değiştirmesine bıyık altından gülüp, şöyle sert bir bakışla süzerdi
yanından geçip gidenleri. Sonra sonra yüreğine oturur olmuştu yalnızlık. Ondan
uzak duranlara hak vermişti. Kötü olmaya yok dememişti. Hep gözü kara, hep
kavgaya hazır, kötü huylu bilinmesini sineye çekip, ona ne dedilerse razı
gelmişti. Konuşmayı, gülmeyi sevse de, kendini anlatmayı sevmezdi. İsterdi ki bilen
yine öyle bilsin ama, yalnız görmeyi bilen, suskunluğunu dinleyen bilsin
kendisini.
Onun için
anlatmazdı.
Kendisini
askere yollar yollamaz kırık tutup, bir de ondan çocuk peydahladığını seneler
sonra öğrendiği kadını eli varıp da gebertemediğini, kendinden olmayan çocuğun rızkını da kabullenip
kadını kendi elleriyle babasının evine bıraktığını bilmezdi kimse. Daha
delikanlıyken sevdiği bir kadını, uzak ellerde bulup nikâhına aldığını da bilen
yoktu. O kadının her türlü kahrını çekip yine de gık çıkarmadan yollarını
gözlediğini de.
Küçük
kardeşinin kumar illeti yüzünden süründüğünü, peşindeki adamlardan kurtarayım
derken kırılmadık kemiğinin kalmadığını, hastane çıkışı da o borç ödensin diye
kendi evi ve ana babasının oturduğu ev de dahil, ne var ne yoksa satıp
savdığını da anlatmazdı. Kardeşi olacak o yılan da ses çıkarmazdı ona laf
edenlere. Yüzüne bakılmazdı elbet öyle kardeşin. Neyine bakacaktı ki.
Öbürkünün, aklı kıt, avare olanın, haftadan
haftaya cebine harçlık sıkıştırıp “Aman aslanım söyleme sakın anamlara” diye
tembihlemesini nereden bilecekti mahalle esnafı.
Ne
hırsızlığa, ne sahtekârlığa zerre tahammül edemediği için her işten
kovulduğunu, yanındaki el kadar kızlara göz dikti diye dövdüğü ustabaşı
yüzünden iki gecesini karakolda geçirdiğini, her yerden sırf doğruyu söylüyor
diye tekme yediğini kime anlatabilir, kimi inandırabilirdi ki?
İçinden la
havle çeke çeke yıllar geçirdiğini kime söylese kıymet bildirebilirdi?
İşte en çok
böyleyken, önünde yollar onu kucaklamaya hazır beklerken, hele bir de radyodan Müzeyyen
Hanım seslenirken cız ederdi yüreği. Tüylerini diken diken eden, camdan dolan bahar
rüzgarı mı, gözünde dolukup kalmış yaşlar mı, yoksa o hiç bilinmediğine yanan
yüreği midir bilemez, derin bir of çekip kurulardı gözlerini.
Şimdiye
kadar ağlamamışken, bu saatten sonra kimselere dert anlatacak, oturup haline ağlayacak değildi.
Etiketler:
mavi defter,
öykü,
yazdıklarım,
yol
4 Eylül 2012 Salı
Sonrası
Yürürsün. Düşersin, kalkarsın, toparlanırsın.
Bazen takılıp kalır, bazen bin fersah birden aşarsın.
Kitapları, koca koca lafları, insanları, hayatı.
Anlarsın.
Anladığın gibi yaşarsın. Sözlerin, seslerin, düşüncelerin
şekil alır. Sen sen olursun.
Yalnız o kadar farklıdır ki işin iç yüzü. Senin anladığın
şeyleri anlayamamış, kim bilir, belki de aslında senden daha iyi anlamış
insanlarla yaşamak zorundasın. Senin
adından emin olduğun doğrulara yok diyenlerin söylediklerine inanmış gibi
yapmak, bildiklerini kendine saklamak, yalnız kendin yaşamak zorundasın.
Çünkü böyledir hayat, eğer o doğrular kendi keyfine uygun
değilse, beyazın beyaz olduğunu kabul etmez kimse. Buna da eyvallah der, adımlarını sıklaştırışın.
Yürür, durur, koşarsın.
Sonrası?
Sonrası… Öyle yorar ki artık içindeki dünyayla dışındakinin
birbirinden bu kadar ayrı durması, bırakırsın ince ince düşünmeyi, doğru nedir
diye uykusuz kalmayı.
Üstün körü okursun. Kitapları, koca koca lafları, insanları,
hayatı. Aslında ne dediklerine hiç bakmadan, görünenin altında aslında kim olduklarına
aldırmadan okursun.
Sen de onlardan biri olursun.
Etiketler:
deneme,
günlük niyetine,
yazdıklarım
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)