Galata’da, ekseri kumaş tüccarlarının mülk edindiği Yokuş
Baba mahallesinin en dibinde, komşusu olan taze boyalı, bakımlı, bahçesi gülşen
köşklerin arasında, ahşap, umum kapısı her daim kilitli, viranca, iki katlı bir
köşk bulunurdu.
Yapıldığı günden beridir tek bir ademin bile kapısını açıp
da içinde oturmadığı köşkün, devrin hangi mirasyedisinin cebinden çıkma altunlarla
yaptırıldığını, ya da pencerelerindeki cilası dökülmüş ahşap perdelerin ne
vakitten beri böyle viran durduğunu bilen yoksa da, sahibinin köşke döktüğü
akçeler yüzünden iflas ettiğinin, cumbalara titiz lale desenlerini nakşeden
ustanın da sırf bu evin işini bitirmek üzere tam tamına üç sene çalıştığının ve
üç senenin sonunda da feri sönen gözleri yüzünden mesleği bıraktığın hikayeleri
anlatılır dururdu.
Ve hatta bir kısım lafazan bu hikayenin tadını öylesine
kaçırırdı ki, aslında o garip köşkün oymalarını yapan ustanın, türbesi nur
dolası, Hakim-ül Harameyn Sultan Selim Han’ın Hassa Mimar Ocağı baş mimarı,
Mimar Sinan Ağa’nın ustası Acem Ali’nin kalfalarından, Tuğralı Sencer olduğunu
bile söylerlerdi.
Yalnız mahallede sadece üç aylarda görünüp senenin geri
kalanında ise sırra kadem basan bir meczup vardı ki, bu hikayelere bıyık
altından gülüp geçer, karanfili ve tarçını bol şırasından bir yudum alıp
nasırlı avucuyla düğüm düğüm sakalını sıvazladıktan sonra hikayenin baş kısmını
anlatır, Elindeki bakır maşrapanın yarısına geldiğinde üç elif müddetince
susarak onu dinleyenlere şöyle bir bakar ve bütün kulakların onda olduğuna da
emin oldukta bir giz verir gibi anlatmaya devam ederdi.
Aslında Sencer, Ali Ağa’ya çırak olacak tıynetten ve cevherden
mahrumdu. Velâkin dili kıvrak olduğundan, hele bir de yağız mı yağız pek güzel
bir delikanlı çehresinde olup gül yüzlü hanım sultanımızın da içlerinde olduğu
rivayet edilir harem hatunlarının iltifatına da mazhar olduğundan oymacılıktaki
hünerinin pahada hafif kalışı göze görünmez olmuştu. Elinden tutan Hanım sultan
olunca sarayın kapısından içeri çeşnici diye adım atan bu fırıldak, ne yapıp
etmiş, zamanla Mimar Başı Acem Ali’nin çıraklığına kadar yükselmişti.
Tabi nasıl katır kulağını kesmekle aygır olmaz, şerbet
kaynatmakla bala dönmez ise, Yaradan’ın vermediği yetenek de birden bire ortaya
çıkmayacağından, Sencer, Acem Ali’nin yanında dikiş tutturamadı. Acem Ali koynunda
taşıyıp durduğu İstanbul Fatihi Sultan Mehmet Han tuğralı has akçeyi ikide bir
çıkarıp çevresindekilere gösteriş yapan, o tuğralı akçeden gayri de övünecek
hiçbir kerameti olmayan bu delikanlıyı ne işe koştuysa pişman oldu. Bu şeceresi
belirsiz adamın peşini toparlamaktan kendi işlerine yetişemez oldu.
Velakin
Hanım Sultan’ın himayesinde olduğundan delikanlıyı Mimar Ocağından defetmek de
mümkün olmadı. Hal böyle olunca Ali Ağa bir kurnazlık edip Senceri kalfalığa
çıkarttı, yanına da kendi çıraklarından İmamzade Ali’yi verdi ki Ali babası
yaşındaki bu adama göz kulak olsun, çekip çevirsin.
Sultan Selim Han’ın Acem şahı İsmail’in elinden kurtardığı
Ali Ağa’nın adaşı İmamzade Ali, hassabaşının Manisa’dan İstanbula dönüşte öğle
namazını eda etmek için duraladığı Karaveren köyündeki Mavi cami’nin imamının
ortanca evladıydı.
Acem Ali’nin veyahut Sarayda bilindiği adıyla Esir Ali’nin dört
rekatlık farzı kılıp derhal atına atlayarak geri kalan yolu da bir an evvel
ufalamak niyetiyle cami avlusundan içeri girmesiyle olduğu yerde duralaması bir
oldu. Caminin ahşap giriş kapısına nakşedilmiş lale desenlerini görür görmez
yolu da, namazı da unuttu. Oymaları
yapanı sorup, soruşturdu. İmamdan oymaları yapanın on beşindeki ortanca çocuğu
olduğunu, o sırada büyük ağasıyla birlikte Konya’daki çocuksuz bir ihtiyar olan
büyük halalarının defin ve miras işleriyle uğraşmakta olduğunu ancak bir
haftaya varmaz geri döneceğini öğrendi. Kuşağındaki deve derisinden kesede taşıdığı
akik kaşlı gümüş yüzüğünü imama bıraktı ve oğlanın otuz gün dolmadan saraya
gelip onu bulmasını tembihledi. Kendisini kapıda beklemekte olan doru atına
atladığı gibi tozu dumana katarak yeniden yola koyuldu.
Esir Ali’nin Mavi cami’den çıkıp İstanbul’a ulaşmasından
tamı tamına yirmi sekiz gün sonra henüz on beş yaşındaki Ali, yaşı kırkına
gelmiş Esir Ali’yi bulup elini öptü ve hemen ertesi gün, güzel sesli müezzinin okuduğu
sabah ezanıyla uyanıp sabah namazının ardından çıraklığa başladı. Acem Ali’nin
kalfalarının yanında; hangi bina temelinin kaç arşın kazılacağını, hangi türlü
duvarın harcına hangi kuşun yumurtasından katmak lazım geldiğini ve lale
desenini gül ağacından oyacaksa kaç gün güneşin altında bırakacağını öğrenmeye
başlamasının ikinci yılında, artık eli epeyce hüner kazanmış olan Çırak Ali, diğerlerinden
çok evvel kalfalığa geçmek üzereyken Sencer Saraya geldi. On yedisinde olduğu halde daha sakalı
bitmemiş, akranlarının ardından Köse diye çağırdığı Ali’nin bütün umutları, Sencer’in
yanına çırak olmasıyla suya düşerken, bu maharetsiz adama çırak durduğu
yetmezmiş gibi kendi elceğizleriyle yaptığı ne kadar iş varsa hepsini Sencer’inmiş
gibi saraya sunma görevini de üstlendiğinde ne yapacağını şaşırdı. Yine de, asıl
ustası Acem Ali’ye hürmetinden diline ket vurup gık demeden, her ne iş
verilirse elinden geldiğince eyledi.
İşte hikayenin ilk haline karşı çıkıp da doğrusu budur diye
anlatan meczuba göre, o viran köşkün oymalarını yapan da, Acem Ali’nin kalfalarından
Tuğralı Sencer değil, daha 15’inde hassabaşının, on yedisinde de Tuğralının
çırağı olmuş İmamzade Köse Aliydi.
Bu yüzü gözü kir pas içinde, ne idüğü belirsiz meczubun hikayesine
pek inanan yoksa da, ahalinin içinde adamın ululardan bir ulu, hatta ve hatta
Hızır Aleyihisselamın ta kendisi olduğunu fısıldayıp duranlar olduğundan geri
kalanlar da adamı hürmetle, sözünü hiç kesmeden, huşu içinde dinlerdi.
Köşk ve köşkün hikâyesini anlatan bizim garip meczubun sırrı
dinleyenlerin aklını kurcalayadursun Peygamber efendimizin Medine’ye hicretinin
dokuz yüz otuz altıncı senesine denk gelen 1530 senesinin Şaban ayında, ömrü ve
saltanatı uzun olası Sultan Süleyman Han’ın cülus dağıtmasından miladi on sene sonra,
mübarek Ramazan ayının girmesine bir hafta kala köşkün kapısına bir payton
yanaştı.
Sıcağın altında pırıl pırıl parlayan kara bir kısrağın
çektiği, bir tekeri kasnağında az yalpalayan arabadan biri tıknazca, siyahlı; diğeri
er kişi endamında uzunca, mürdüm renk feraceli iki hatun kişi inip evi
incelemeye başladı. Başlarında bir erkek olmaksızın Galata’ya kadar inmiş bu
hatunları gören mahalle avratları tek kaşları havada birbirlerine
fısıldayadursun, o sırada yol ortasında çelik çomak oynarken düzenleri bozulan çocuklar
derhal arabanın etrafını sardı.
Çocukların anlattığına bakılırsa hanımlardan ince uzun olanı
yaşmağını açıp elindeki sırma işlemeli mürdüm rengi keseden çıkardığı anahtarı
kapıdaki paslı zincirin ucunda sallanan kilide taktıktan sonra kapıyı bir urub
aralamazdan evvel belli ki kalfası ve yahut mürebbiyesi olan yaşı geçkince diğer
hatuna bir şeyler fısıldamıştı. Onun fısıltısıyla beriki sağ ayağını sürür
halde gerisin geri arabaya dönüp çocuklara arabadan indirdiği tarçınlı şekerlerden
birer ikişer dağıtıp çocuklardan şen şakrak gülüşler alırken kafes berilerinden
bu alışverişi izleyen mahalle kadınlarının dudakları biraz daha büküldü. Az
sonra uzun endamlı olan sanki o kapıya hiç yanaşmamış gibi derhal arabaya
bindi, diğeri de yerini aldığında araba geldiği hızla mahalleyi terk etti.
O akşam viran köşkün yan komşusu Yağcıgillerin Müslüm’ün sofrasında
da; karşı cephede oturan, dedesi sarayda İbrikçibaşılığa kadar çıkmış Erzurumlu
Kasım Ağanın dost meclisinde de bu evin bahsi edildi. Hatta ve hatta akşam
namazlarından sonra kıraathaneye biriken cemaatin de, beş sene var ki satın
alabilmek için sahibini aradığı köşk hakkındaki havadislerden sonra bir baş
dönmesi musallat olmuş Ermeni Yetvat efendi ve diğer gayri Müslim komşuların da
o akşam ve sonraki yedi akşam boyunca sohbet mevzusu, viran konak ve mahallede
görünüp kaybolmuş olan bu iki hatun oldu...
--
Bu sefer biraz farklı.
Sürç-i lisan ettikse affola.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder