"Öykücü, yolda bir düğme bulup ona uygun elbise diken terziye benzer" diye okmuştum bi kitapta.
Turuncu bileklik, kırmızı bisikletli çilli bi kız çocuğu ve minifırın bir araya gelince de bu öykü çıktı ortaya. Umarım beğenirsiniz ...(Not: elimden geldiğince ingilizceden uzak dururum yazılarımda ama bu sefer hakim olamadım :)
:):):)
Güneye giderken valizine ne koyacağına karar vermek hiç bu kadar kolay olmamıştı genç adam için. Çünkü öncekilerin aksine bu defa hiçbir şeyi ikinci defa düşünmüyordu. Muavine teslim ettiği sırt çantasının içindekiler aklına gelince güldü. Cep telefonunu evdeki televizyonun üzerinde bıraktığı için işine yaramayacak olan şarj aleti, mavi kareli gömleğinin altındaki kışlık ceketi, yedek spor ayakkabısı, sigara içtiği günlerden kalma 1 liralık siyah plastik çakmağı, faydasız bir sürü ıvır zıvır daha.
Akşamüstü göğünde yavaş yavaş alçalan güneş kollarını yakar gibi oldu. Yanındaki koltukta uyuklayan adama aldırmadan üzerindeki klima kapağına uzanıp araladı. Serinlik ter içindeki ensesinden tüm vücuduna yayılırken titredi. İçinde filizlenmiş olan neşe şimdi parmak uçlarına kadar yayılıyordu. Yarısı boş otobüse aldırmıyordu ama birileriyle konuşmak şu anda istediği son şeydi. Bu yüzden içini dolduran ıslık çalma isteğini güçlükle de olsa bastırdı. Yüzünü gittikçe yeşillenen yol kenarından arabanın içine çevirdi. Sadece koltuklarına yaslanmış başlar görebildi. Yalnız ön çaprazındaki koltukta oturan kızıl saçlı küçük kızın yüzünü görebiliyordu. Bu yüzden dikkatini yüzü çil içindeki çocuğa verdi.
Eskiden, yani kendi kişisel tarihi için bir dönüm noktası olarak kabul edeceği geçen Çarşamba gününden önce, kendini gözlemci biri olarak değerlendirmezdi. Ancak şimdi, karşısına çıkan her insanı, canlı ya da cansız her türlü varlığı baştan ayağa inceliyordu. Her şeyin ve her yerin ayrı bir hikâyesi olduğunu, her varlığın kendi içinde bir hikâye olduğunu fark etmişti. Dinlemeyi bilmek ve diğer seslerin arasından duymak için biraz çaba sarf etmek gerekiyordu ama hikâyeler oradaydı. Yeni yeni anlıyordu ki, kendi hayatı bile daha önce hiç dinlemediği bir hikâyeydi.
Bir hafta önce, aşağı yukarı bu saatlerde değişivermişti hayatı. Zaman ayarlı bir mini fırının uyarı sinyali gibi, içinde geriye doğru saymakta olan zamanlayıcı birden durmuş ve kısacık bir sinyal vermişti. Ve onun sinyali duyması için tek gereken, iş yerinden evine dönerken her gün önünde beklediği trafik ışığının kırmızıdan yeşile dönmesi olmuştu. İçinden bir ses ‘Yürü’ demişti sanki. ‘Bekleme artık. Durma. Yürü.’ Bir dakika önce geçiş hakkının kendisine geçmesini beklerken bir sonraki dakika arabasını sağ taraftaki marketin yer altı otoparkına sürüyordu. O yeşil ışık içindeki bir şeyleri tetiklemişti. Sayaç sıfırlanmış, tik taklar durmuş ve kısacık bir an belli belirsiz bir sinyal duymuştu zihninde. Çelik kapı kapandığında yerine oturan kilidin sesi gibi, küçücük bir ses…
Otoparktan eve kadarki onbir kilometrelik yolu yürümüş, eve girince üzerini değiştirmeden yatağa uzanmıştı. Ne ertesi günkü toplantıyı hatırlatan alarmı, ne çalıp duran telefonları, ne de gece yarısı çöp
almaya gelen çöp kamyonunun yanıp sönen turuncu ışığını fark etmişti. Bir hafta boyunca sadece dolaptaki soğuk tavuktan bir parça yemek ve bir şişe soda içmek, sonra da yedikleriyle birlikte düşüncelerini vücudundan atabilmek için yer inden kalkmış, geri kalan sürede biraz daha düşünüp beyaz tavanı izlemişti. Parça parça bütün hayatını analiz etti. Ortaokul sırasında hocayı çoktan unutmuş, yazdığı hikâyedeki karakteri düşünen olan küçük oğlan çocuğunun dalgın mavi gözleri bir an olsun aklından çıkmadı. Uzun zamandan sonra ilk defa kendini yeniden o çocuk gibi hissediyordu. Hiçbir planı yoktu. Yarına yetiştirmesi gereken hiçbir işi, hiçbir sorumluluğu yoktu. Sadece yazılmayı bekleyen hikâyeler vardı. Bir de önünde uzanıp giden bir hayat.
Bir haftanın sonunda yerinden kalkıp soğuk bir duş aldı. Tıraş oldu, en sevdiği t-shirtünü ve mavi yırtık kotunu giydi. Gardırobun gözünde tozlanmakta olan sırt çantasına hiç düşünmeden eline geçen her şeyi doldurdu. Son olarak kimliğini ve eve gelirken bankadan çektiği birkaç lirayı cebine attı. Çantasını sırtlanıp, evinin kapısını dahi kilitlemeden otogara gitti. Turizm firmalarının yazıhaneleriyle uğraşmadı. Doğrudan peronlara gidip hareket etmekte olan ilk otobüse yetişti. Muavinle konuşup biraz bahşişin yardımıyla on yedi numaralı koltuğa yerleşti. Antalya’ya gitmekte olan metro turizm otobüsünde olduğunu biletleri kontrol eden ikinci muavinden öğrendi, çaprazındaki bakır saçlı minik kızın Konya da ineceğini de kucağındaki “Siyah İnci” başlıklı kitabın arasından sarkan otobüs biletinden. Kızın kitabın kapağını gizleyen bileğindeki sarı bilekliğe takıldı gözü. Beyaz penyesinin üzerindeki sarı baskılı gülen yüzün bir eşi de kızın bilekliğinden kendisine gülümsüyordu. Otobüsteki yirmi dokuz yolcunun her biri için farklı bir öykü yazmaya başlamadan önce rüya görürken gözkapakları kıpırdayan çilli kız için bir öykü uydurmaya karar verdi. Bilekliğin hatırı için kızın öyküsü mutlu sonla bitecekti.
Arkasına yaslandı. Kollarını bağlayıp öykünün detaylarını görebilmek için başını cama çevirdi. Camdaki yansımasını kontrol etti, yüzü daha önce hiç bu kadar on üç yaşındaki haline benzememişti daha önce. Araba yön değiştirince güneş arabanın yan tarafına geçti. Adam yansımasını bozan sarı güneşe hohladı, buğunun üzerine gülen bir yüz çizdi. Üçüncü defa sarı, gülen bir yüz. İyiye işaret diye düşündü.
Derin bir nefes alıp gözlerini yumdu. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Ya kazanacaktı… Ya da ayakta kalıp bir şeyler öğrenecekti.
Güneş batarken her şey gözüne biraz daha güzel göründü. Hiçbir planı yoktu. Özgürdü!
:):):)
EAB
200909130201
Ankara
Yazarken ; Jason Mraz – I’m Yours çalıyodu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder