Kocaman bir düzlükte tek başına büyüyen küçük çalı
parçasının hikâyesidir bu...
Çalı dediğini sevmez kimse.
Gölgesi yoktur ki altına sığınasın, yaprağı dalı yoktur ki
başının altına yastık edip uyuyasın, çiçeği gülü olmaz ki güzelliğini görüp
seyrine dalasın... Bir dikeni vardır, bir de kuru dalları, sevsen sevilmez,
elini uzatsan kanatır, dokunamazsın.
İşte öyle, hikmetinden sual olunmaz, Yaratan'ın sonsuz
rahmetinden nasiplenip dünyaya gelmiş, kimseye görünmemek için daha tohumken
kaçıp uzaklara, kuş uçmaz kervan geçmez bir düzlüğe saklanmış bir çalı parçası
varmış.
Yağmur yağmış, güneş açmış, derken bozkırda büyümüş, boy
atmış, güneşin altında yaşayıp gider olmuş çalıcık.
İç çeke çeke, uzaklara baka baka yaşayıp gidermiş bu garip.
Arada bir tepesinden uçup giden kuşlara takılırmış gözleri. Sonra yere inermiş
ister istemez. Kuş dediğin tohumunu yiyemediği, gölgesine sığınamadığı arkadaşı
neylesin.
Bazı bazı, "bir meyvem olaydı bari" dermiş...
"hiç olmazsa beslediğim, gözümden sakındığım can yoldaşım bir meyvem
olaydı"
Gel zaman git zaman, serzenişleri de tükenmiş çalının.
Bakmış ki ağlamanın çaresi yok… Bırakmış kendini. Rüzgâr savurmuş, güneş
yakmış, çalının kökleri toprağa gitgide daha derine iner olmuş. Boş vermiş çalı
her şeye. Kökleri toprağı kavrasa, topraktan özsuyu içip dursa da, gayreti
yokmuş. hep bir alışkanlıkla, elinde olmadan yaşar olmuş…
Bir vakit sonra, bir kırlangıç sürüsü geçmiş üzerinden.
Çalıcık gözlerini dikip bakmış sürüye. Kanat çırpmalarına dalıp gitmiş. Tam o sırada "puff" diye bir ses
duymuş. Bir de bakmış ki kırlangıçlardan biri hemen dibinde yatıyor. Nasıl
güzel, nasıl alımlı. Gökteki güneşe sövmüş içinden. "ne vardı bu kadar
parlayacak"
Sıcaktan yorgun düşmüş kırlangıcın üzerine doğru uzanmış. O
yapraksız, diken diken dallarını uzatmış elinden geldiğince ki biraz ferahlasın
dermansız kırlangıç. Toprağın derinlerine yürümüş olan köklerinden birini
binbir çabayla azıcık dışarı doğru uzatmış ki, baygın kırlangıç uyanınca kuru
dallarında bulamayacağı can suyuna ortak olsun.
Aradan zaman geçmiş. 2 gün ve 2 gece sonunda kendine gelmiş
güzel kuş. Boynunu binbir zahmetle hareket ettirmiş. Hemen dibinde topraktan
çıkmış olan kökü fark etmiş. Uzanıp zar zor geçirmiş gagasını. Çalıcık canı
yansa da of dememiş, kırlangıç çalının kökünden beslenmiş, sonra baygın düşmüş
yine.
Küçük çalıcık, kuş kendine gelir diye gözünün içine bakmış.
Kuruyan o tek kökün yanına toprağın derinliklerinden bir kök daha çıkarmış.2
günün ardından yeniden gözlerini aralamış güzel kırlangıç. Biraz daha azimli,
uzanıp o diğer kökü de gevelemiş gagasının arasında.
Çalı her kuruyan kökünden sonra bir başkasını feda etmiş
güzel arkadaşı için.
Yalnız günler geçerken o aslında kuru sandığı bedeninin asıl
şimdi kurumakta olduğunu fark etmiş. Serin topraktan yeryüzüne çıkardığı
kökleri toprağın bereketinden uzaktayken canı da arkadaşının çektiği suyla
birlikte çekilmekteymiş.
Böyle böyle günler geçmiş. Kırlangıcın başlarda feri sönen
gözlerine can gelmiş.
Bir sabah, gökyüzünden başka bir kırlangıç sürüsü geçerken
kırlangıç kendine gelmiş. Başını kaldırıp akrabalarını izlemiş. Kanatlarını
şöyle bir titretmiş, bir iki çırpınışın ardından hızla mavi göğe yükselmiş.
Tepesindeki güneşe, ılık meltemin sıcağına rağmen titreyerek
uyanmış çalıcık. Her sabah yaptığı gibi
toprağın altından bir kökünü daha dışarı çıkarmaya yeltenmiş, becerememiş.
İyiden iyiye dermanı tükendiğinden bir türlü kendi dallarına söz geçirememiş. O
zaman anlamış artık hayatının sona ermek üzere olduğunu. Kararan gözlerle artık
kuru birer çöpe dönüşmüş köklerine bakmış. Canının gitmekte olduğuna değil,
artık arkadaşına can veremeyeceğine hayıflanmış.
İşte o zaman bulmuş titremesinin sebebini. Güneşi perdeleyen
kuru dallarının altındaki boşluğa dolan havayı hissetmiş. Kırlangıcın saatler
önce yatmakta olduğu yerde arkadaşından iz aramış, bulamamış. Ömründe bilmediği bir acı duymuş. Ömründe
üşümediği kadar üşümüş kızgın güneşin altında. Bozkır ayazında kalmış gibi buz
kesmiş dallarında kalmış bir iki damla can suyu.
Ne arkadaşının nereye gittiğini merak etmiş, ne de neden
gittiğini. Yalnız üşümüş.
Rüzgâr günlerdir ılık ılık estiği yeryüzüne dikmiş
gözlerini. Cansız çalıcığı görmüş önce, sonra altındaki boşluğu.
Bulutları pamuk tarlası gibi savuran amansız kollarını
yeryüzüne indirmiş, o uçsuz bucaksız düzlükte ne varsa önüne katarken,
çalıcığın cansız bedenini de toprağın altında kalmış son bir iki kökünden
kurtarıp kucakladığı gibi havalara kaldırmış.
Küçük çalıcığın cansız bedeni hayattayken hayalini dahi
kuramadığı kadar yükseklere, o günün sabahında kırlangıcın çıktığı ufuklara
çıkmış. Sanki kanatları varmış gibi süzülmüş boşlukta. Rüzgâr estikçe esmiş,
çalıcığı büyüdüğü topraklardan çok uzaklara taşımış.
Gri bulutlar rüzgârın öfkesini dindirmiş neden sonra, rüzgâr
usul usul çalkalanmakta olan denizin üzerine bırakıvermiş çalıcığı uyuyan
çocuğunu yatağına yerleştiren bir anne gibi. Engin okyanus şefkatle üstünü
örtmüş küçük çalının, çalı ağır ağır ömrü boyunca özlediği serin sulara
gömülürken nihayet dayanamamış bulutlar, çalıyı incitmekten korkar incecik
gözyaşlarıyla ağlamaya başlamışlar...
2005-2012
Sarı bozkıra ve hasreti, mavi deryaya selamdır.
çok güzeldi..
YanıtlaSileyvallah Erman :) sen de olmasan okuyan yok buraları :))
YanıtlaSil