6 Kasım 2012 Salı

Köşk



 Galata’da, ekseri kumaş tüccarlarının mülk edindiği Yokuş Baba mahallesinin en dibinde, komşusu olan taze boyalı, bakımlı, bahçesi gülşen köşklerin arasında, ahşap, umum kapısı her daim kilitli, viranca, iki katlı bir köşk bulunurdu.  

Yapıldığı günden beridir tek bir ademin bile kapısını açıp da içinde oturmadığı köşkün, devrin hangi mirasyedisinin cebinden çıkma altunlarla yaptırıldığını, ya da pencerelerindeki cilası dökülmüş ahşap perdelerin ne vakitten beri böyle viran durduğunu bilen yoksa da, sahibinin köşke döktüğü akçeler yüzünden iflas ettiğinin, cumbalara titiz lale desenlerini nakşeden ustanın da sırf bu evin işini bitirmek üzere tam tamına üç sene çalıştığının ve üç senenin sonunda da feri sönen gözleri yüzünden mesleği bıraktığın hikayeleri anlatılır dururdu.

Ve hatta bir kısım lafazan bu hikayenin tadını öylesine kaçırırdı ki, aslında o garip köşkün oymalarını yapan ustanın, türbesi nur dolası, Hakim-ül Harameyn Sultan Selim Han’ın Hassa Mimar Ocağı baş mimarı, Mimar Sinan Ağa’nın ustası Acem Ali’nin kalfalarından, Tuğralı Sencer olduğunu bile söylerlerdi.
Yalnız mahallede sadece üç aylarda görünüp senenin geri kalanında ise sırra kadem basan bir meczup vardı ki, bu hikayelere bıyık altından gülüp geçer, karanfili ve tarçını bol şırasından bir yudum alıp nasırlı avucuyla düğüm düğüm sakalını sıvazladıktan sonra hikayenin baş kısmını anlatır, Elindeki bakır maşrapanın yarısına geldiğinde üç elif müddetince susarak onu dinleyenlere şöyle bir bakar ve bütün kulakların onda olduğuna da emin oldukta bir giz verir gibi anlatmaya devam ederdi. 

Aslında Sencer, Ali Ağa’ya çırak olacak tıynetten ve cevherden mahrumdu. Velâkin dili kıvrak olduğundan, hele bir de yağız mı yağız pek güzel bir delikanlı çehresinde olup gül yüzlü hanım sultanımızın da içlerinde olduğu rivayet edilir harem hatunlarının iltifatına da mazhar olduğundan oymacılıktaki hünerinin pahada hafif kalışı göze görünmez olmuştu. Elinden tutan Hanım sultan olunca sarayın kapısından içeri çeşnici diye adım atan bu fırıldak, ne yapıp etmiş, zamanla Mimar Başı Acem Ali’nin çıraklığına kadar yükselmişti.

Tabi nasıl katır kulağını kesmekle aygır olmaz, şerbet kaynatmakla bala dönmez ise, Yaradan’ın vermediği yetenek de birden bire ortaya çıkmayacağından, Sencer, Acem Ali’nin yanında dikiş tutturamadı. Acem Ali koynunda taşıyıp durduğu İstanbul Fatihi Sultan Mehmet Han tuğralı has akçeyi ikide bir çıkarıp çevresindekilere gösteriş yapan, o tuğralı akçeden gayri de övünecek hiçbir kerameti olmayan bu delikanlıyı ne işe koştuysa pişman oldu. Bu şeceresi belirsiz adamın peşini toparlamaktan kendi işlerine yetişemez oldu. 

Velakin Hanım Sultan’ın himayesinde olduğundan delikanlıyı Mimar Ocağından defetmek de mümkün olmadı. Hal böyle olunca Ali Ağa bir kurnazlık edip Senceri kalfalığa çıkarttı, yanına da kendi çıraklarından İmamzade Ali’yi verdi ki Ali babası yaşındaki bu adama göz kulak olsun, çekip çevirsin.
Sultan Selim Han’ın Acem şahı İsmail’in elinden kurtardığı Ali Ağa’nın adaşı İmamzade Ali, hassabaşının Manisa’dan İstanbula dönüşte öğle namazını eda etmek için duraladığı Karaveren köyündeki Mavi cami’nin imamının ortanca evladıydı. 

Acem Ali’nin veyahut Sarayda bilindiği adıyla Esir Ali’nin dört rekatlık farzı kılıp derhal atına atlayarak geri kalan yolu da bir an evvel ufalamak niyetiyle cami avlusundan içeri girmesiyle olduğu yerde duralaması bir oldu. Caminin ahşap giriş kapısına nakşedilmiş lale desenlerini görür görmez yolu da, namazı da unuttu.  Oymaları yapanı sorup, soruşturdu. İmamdan oymaları yapanın on beşindeki ortanca çocuğu olduğunu, o sırada büyük ağasıyla birlikte Konya’daki çocuksuz bir ihtiyar olan büyük halalarının defin ve miras işleriyle uğraşmakta olduğunu ancak bir haftaya varmaz geri döneceğini öğrendi. Kuşağındaki deve derisinden kesede taşıdığı akik kaşlı gümüş yüzüğünü imama bıraktı ve oğlanın otuz gün dolmadan saraya gelip onu bulmasını tembihledi. Kendisini kapıda beklemekte olan doru atına atladığı gibi tozu dumana katarak yeniden yola koyuldu.

Esir Ali’nin Mavi cami’den çıkıp İstanbul’a ulaşmasından tamı tamına yirmi sekiz gün sonra henüz on beş yaşındaki Ali, yaşı kırkına gelmiş Esir Ali’yi bulup elini öptü ve hemen ertesi gün, güzel sesli müezzinin okuduğu sabah ezanıyla uyanıp sabah namazının ardından çıraklığa başladı. Acem Ali’nin kalfalarının yanında; hangi bina temelinin kaç arşın kazılacağını, hangi türlü duvarın harcına hangi kuşun yumurtasından katmak lazım geldiğini ve lale desenini gül ağacından oyacaksa kaç gün güneşin altında bırakacağını öğrenmeye başlamasının ikinci yılında, artık eli epeyce hüner kazanmış olan Çırak Ali, diğerlerinden çok evvel kalfalığa geçmek üzereyken Sencer Saraya geldi.  On yedisinde olduğu halde daha sakalı bitmemiş, akranlarının ardından Köse diye çağırdığı Ali’nin bütün umutları, Sencer’in yanına çırak olmasıyla suya düşerken, bu maharetsiz adama çırak durduğu yetmezmiş gibi kendi elceğizleriyle yaptığı ne kadar iş varsa hepsini Sencer’inmiş gibi saraya sunma görevini de üstlendiğinde ne yapacağını şaşırdı. Yine de, asıl ustası Acem Ali’ye hürmetinden diline ket vurup gık demeden, her ne iş verilirse elinden geldiğince eyledi.
İşte hikayenin ilk haline karşı çıkıp da doğrusu budur diye anlatan meczuba göre, o viran köşkün oymalarını yapan da, Acem Ali’nin kalfalarından Tuğralı Sencer değil, daha 15’inde hassabaşının, on yedisinde de Tuğralının çırağı olmuş İmamzade Köse Aliydi.

Bu yüzü gözü kir pas içinde, ne idüğü belirsiz meczubun hikayesine pek inanan yoksa da, ahalinin içinde adamın ululardan bir ulu, hatta ve hatta Hızır Aleyihisselamın ta kendisi olduğunu fısıldayıp duranlar olduğundan geri kalanlar da adamı hürmetle, sözünü hiç kesmeden, huşu içinde dinlerdi.

Köşk ve köşkün hikâyesini anlatan bizim garip meczubun sırrı dinleyenlerin aklını kurcalayadursun Peygamber efendimizin Medine’ye hicretinin dokuz yüz otuz altıncı senesine denk gelen 1530 senesinin Şaban ayında, ömrü ve saltanatı uzun olası Sultan Süleyman Han’ın cülus dağıtmasından miladi on sene sonra, mübarek Ramazan ayının girmesine bir hafta kala köşkün kapısına bir payton yanaştı.
Sıcağın altında pırıl pırıl parlayan kara bir kısrağın çektiği, bir tekeri kasnağında az yalpalayan arabadan biri tıknazca, siyahlı; diğeri er kişi endamında uzunca, mürdüm renk feraceli iki hatun kişi inip evi incelemeye başladı. Başlarında bir erkek olmaksızın Galata’ya kadar inmiş bu hatunları gören mahalle avratları tek kaşları havada birbirlerine fısıldayadursun, o sırada yol ortasında çelik çomak oynarken düzenleri bozulan çocuklar derhal arabanın etrafını sardı.

Çocukların anlattığına bakılırsa hanımlardan ince uzun olanı yaşmağını açıp elindeki sırma işlemeli mürdüm rengi keseden çıkardığı anahtarı kapıdaki paslı zincirin ucunda sallanan kilide taktıktan sonra kapıyı bir urub aralamazdan evvel belli ki kalfası ve yahut mürebbiyesi olan yaşı geçkince diğer hatuna bir şeyler fısıldamıştı. Onun fısıltısıyla beriki sağ ayağını sürür halde gerisin geri arabaya dönüp çocuklara arabadan indirdiği tarçınlı şekerlerden birer ikişer dağıtıp çocuklardan şen şakrak gülüşler alırken kafes berilerinden bu alışverişi izleyen mahalle kadınlarının dudakları biraz daha büküldü. Az sonra uzun endamlı olan sanki o kapıya hiç yanaşmamış gibi derhal arabaya bindi, diğeri de yerini aldığında araba geldiği hızla mahalleyi terk etti.

O akşam viran köşkün yan komşusu Yağcıgillerin Müslüm’ün sofrasında da; karşı cephede oturan, dedesi sarayda İbrikçibaşılığa kadar çıkmış Erzurumlu Kasım Ağanın dost meclisinde de bu evin bahsi edildi. Hatta ve hatta akşam namazlarından sonra kıraathaneye biriken cemaatin de, beş sene var ki satın alabilmek için sahibini aradığı köşk hakkındaki havadislerden sonra bir baş dönmesi musallat olmuş Ermeni Yetvat efendi ve diğer gayri Müslim komşuların da o akşam ve sonraki yedi akşam boyunca sohbet mevzusu, viran konak ve mahallede görünüp kaybolmuş olan bu iki hatun oldu...

--

Bu sefer biraz farklı.
Sürç-i lisan ettikse affola.