12 Aralık 2011 Pazartesi

Mutluluk

...ve mutluluğu sordu adam.
kadının yanıbaşında oturmuş uzakları seyrederken tek düşündüğü yola çıkmak, gördüğü o denizin ardında kendini nelerin beklediğini anlayabilmekti. mutluluğu orada bulacağına emindi. bazı geceler uykusunu bölen o rüyaya da aldırmıyordu artık. içindeki umudu yok edemeyecekti o çirkin rüya. yürümeye çalıştığı yolda can verdiğini gördüğü o kabus, ayak bağı olamayacaktı.

"sence" dedi kadına "ulaşabilecek miyim sonunda?"

kadın uzakları seyreden adama baktı. peşine düştüğü mutluluğu aramaktan asla vazgeçmeyen bu adama ne cevap vereceğini bilemedi bi an.

Cevabı biliyordu elbette, yanı başında duran bu mutsuz adamın aslında ufuklara değil kedere sevdalı olduğunu, istediğinin mutluluk değil, onu ararken çektiği özlem olduğunu ve hangi devirde, ne şekilde yaşarsa yaşasın o özlemin peşi sıra yürüdüğü yollarda mutluluğu bulamayacağını biliyordu. Talih yüzüne gülüp karşısına mutluluğu çıkarsa bile tanıyamayacaktı onu. Çünkü aradığı o değildi adamın.

Kadın önce hiç bir şey diyemedi. artık nişanesi haline gelmiş buruk tebessümü yerli yerinde iç geçirdi. bildiği halde söyleyememekten duyduğu acizliğe canı sıkıldı.
sessizce "Bilmem" dedi.
...
..
.

23.07.2005
Defterin arasında kaybolmuş eski bi karalama

28 Kasım 2011 Pazartesi

Lynyrd Skynyrd - Simple Man

Basit bi hayatın peşinde geçti yılların ve kim bilir ki belki zor olsa da başardın.

Hep sustun, maskeni hep yukarda tutup ezberini bozmadan oyunlar kurdun. Annenin verdiği öğütlerin dışına çıkmadın hiç. Uslu durdun. İçinde haykırıp duran fırtınaları senden başka kimse bilmeden yaşadın, adını unutturup kalabalığın arasına karıştın.

Yalnız... Ah işte yalnız… İnsanların arasına karıştığını sanırken bir tek kendini kandırdın. İçindeki fırtınanın her sözünden, her gülüşünden, yazdığın her satırdan sızdığının farkına varamadın. Farkına varamadın her iç çekişinin başkalarına kasırga habercisi gibi yankılandığının. Onun için de o karıştığını sandığın kalabalıkta hep tek kaldın.

Üzülme... Ne kadar denesen de onlardan biri olamayacaksın...


23 Kasım 2011 Çarşamba

Yol

Dikkat Dikkat...
Alttaki mektup, dün akşam Ankara – Eskişehir E90 karayolu 50. Kilometresinde ydana gelen zincirleme trafik kazası sonrası yol kenarında ağır yaralı olarak bulunan şahsın cebinden çıkmıştır. Kırklı yaşlardaki kadın ambulansla en yakın devlet hastanesine nakledildiği sırada hayatını kaybetmiştir. Çarpışmanın şiddeti ile kaza sırasında devrilmiş olan yolcu otobüsünden fırladığı sanılan kadının kimliği tespit edilememiştir. Kazazedeyi tanıyanların en yakın emniyet birimine başvurmaları rica olunur…
***
Hep çıkmayı istediğin o uzun kır gezisine nihayet çıktığını ve sessizliğin tadını çıkararak çıplak ayaklarla serin çimenleri adımladığını düşün. Meltemin esintisi yüzünü sıyırıp geçiyor, güneş seni üzmeden üzerinde parlıyor. Gökyüzü pırıl pırıl, çimenlerin arasında karıncalar geziniyor, uzaktan şakıyan kuşların sesi kulaklarına ulaşıyor. İçinden o kuşlara eşlik etmek geliyor da sözlerini bilmediğinden şarkı söylemeyi yine onlara bırakıyorsun. Uzaktan resminde sadece canlı renkler kullanan bir ressamın paleti gibi parıldayan bulanık çiçek kümelerini görüyorsun. Sessizliğin içinde, sırtında yiyeceklerini doldurduğun sırt çantanla tam istediğin yerdesin…Huzurla derin bir nefes alıyorsun, kendini hiç bu kadar mutlu hissetmemiştin bütün ömrün boyunca. Yürümeyi bırakıyorsun, mutluluğun sesini duymak ister gibi gözlerini kapatıp orada öylece duruyorsun. Dinliyor, dinliyorsun…
Birden bir şeyler değişiyor. Kuş sesleri duyulmaz oluyor. Bir az önce gözkapaklarının içine işleyen güneşin yoksunluğundan bir şeylerin ters gittiğini fark ediyorsun.
Gözlerini açtığında seni lacivert ve grinin her türlü tonuna boyanmış bir gökyüzü bekliyor. Güneş görünmez olmuş. Rüzgâr kuvvetleniyor, nezaketi elden bırakıp sert tokatlar atmaya başlıyor ardı ardına. Güzelim manzaranın yerinde yeller esiyor. Yerden beşbin metre yüksekte giden bir uçağın kapısından aşağı bakıyorsun. Sırtındaki çantanın ipleri omzunu kesiyor. Yüreğin ağzında, çimlere ne olduğunu bilmiyorsun, tek bildiğin o uçaktan atlamak zorunda olduğun. Her türlü korkuna rağmen kapıya biraz daha yaklaşıp aşağıdaki karanlık bulutlara göz atıyorsun. Seni bu defa uçağın kapısından aşağı çekiştiren rüzgara boyun eğip kendini boşluğa bırakıyorsun… Yalnız son anda, kalbinin neredeyse duracağını sandığın dehşet dolu o anda fark ediyorsun ki aslında atlamaya hazır değilsin, sırtındaki çantada taşıdığın şey paraşüt değil. Çantan boş…
Keşke sadece kötü bir rüya olsaydı diyor insan düşünürken. Hemen sonra uyanıp kendimi sıcak evimde televizyon karşısında uyuklarken bulsam. Gerine gerine oradan kalkıp kendimi serin yatağıma bıraksam, çocuklar gibi derin bir uykuya dalsam. Sade hayatın nimetlerinin ne kadar değerli olduklarının farkına varmadan keyfini çıkarsam. Temiz yatak, huzurlu uyku, güven duygusu. Neredeyse hiç kimse bunların aslında ne anlama geldiğinin ve ne kadar değerli olduklarının farkına varmaz onlara sahipken, fark ettiğinde de genelde çok geçtir. Güzel başlayan rüya kabusa döndüğünde uyanmayı beceremez.
Ben de bilemezdim kurduğum en büyük hayalin gerçekleştiği zaman canımı bu kadar yakacağını. Hayallerimin ardında beni bekleyenin ancak büyük acılar olduğu hiç aklıma gelmezdi… Belki sonunu düşünseydim yenebilirdim merakımı, ya da kim bilir belki de yine de durmazdım. Her neyse… Bunları düşünmek için çok geç artık…
Hayallerimin hiç biri üzerinde fazlaca düşünmedim ben. Adı üzerinde, hayaldi işte. Arada bir dalıp gider, gerçek dünyaya kendini kapatan gözlerinin önünde serilip giden sahnede olmak istediğin kişiyi oynardın. Yapmak istediklerini yapar, sahip olmak istediğin her ne varsa elde eder ve bir an sonra o beyaz bulut kümeciklerinin arasından sıyrılıp yeniden kahverengi toprak zemine inerdin. Adı üzerinde, hayaldi işte…bir zaman sonra her ne üzerine kurmuşsan hayalini, unutup gider ve yeniden gerçeklerin peşine düşerdin.
Ne yalan söylemeli, hiçbir zaman gerçekleşmesini beklediğim düşler de kurmadım. Belki de orta halli bir ailenin ortanca kızı olarak dünyaya gelişimin bana kazandırmış olduğu bir yetenekle hep kalabalığa karışıp gittiğimden, olduğum şeye olabildiğince uzak oldu benim gündüz düşlerim. Maceralı meslekler seçerdim evcilik oyunlarında. Ablam “Anne” olup hasta bebeğini “Doktor” kız kardeşime götürürken ben o sırada uzaya çıkan bir mekiğin içinden onlara el sallardım. Mahalledeki çocukların arasında büyüyünce hayalet avcısı olmak isteyen bir ben vardım. Jule Verne okuduktan sonra deniz altı kullanmak istedim, orta okulda o çok sevdiğim film yıldızıyla aynı filmlerde oynamak istiyordum, liseye başladığımdaysa çoktan dünyanın gördüğü en başarılı piyanist olmaya karar vermiştim. Boyutları ben büyürken düzenli olarak küçülse de, hep büyük hayaller kurdum. Nasıl olsa hayaldi hepsi, asla peşine düşmeyeceğini ve hiç birinin gerçekleşmeyeceğini bildikten sonra ne zararı vardı ki güzel düşlerle kendini oyalamanın.
Yıllar boyu mahallenin sonundaki bahçeli tek katlı evin ortanca kızının nasıl olması gerekiyorsa öyle yaşadım. Suya sabuna, kire bulaşığa dokunmadan sürdü ilk yıllarım. Akşamları annemin dizine uzanıp televizyonda diziler izledim, mahalledeki genç kızlarla örnek değişip oya işlemeyi öğrendim, ablamdan dayak yeyip babama kahve pişirdim. Ne eksik ne fazla, tam tadında geçti yıllar.
Yalnız o sırada inceden inceye içime yerleşen bir sızı uykularımı kaçırırdı arada bir. Dışarıdaki dünyanın neye benzediğini merak eder olmuştum. Küçücük zararsız bir merak. Başlarda çok üstüne varmadım. Herkesin ergenlik dediği ve sıkıntılı geçtiğini söylediği o yıllar bana pek dokunmuyor gibiydi. Ne evde büyük fırtınalar koptu, ne ablamdan şahit olduğum büyük kavgalar ettim babamla ne de küçük kardeşim gibi içime kapandım. Sadece rüyalarım değişti…
Sabah uyandığımda pek hatırlayamadığım karışık rüyalar görmeye başladım. Hep aydınlıkta başlayan ve karanlıkta sona eren bir yola baktığımı görüyordum. Yolda neler olduğunu ya da ne yaptığımı asla hatırlayamıyordum.
Haftada bir ailece izlediğimiz bir dizi vardı kanallardan birinde. Her hafta sonu yerlerimizi alır, patlamış mısır, meyve ve çay eşliğinde onu izlerdik. En son birileri uyuklamaya başladığında annem herkesi kaldırıp yerine gönderirdi.
Bir akşam, o her zaman izlediğim dizideki karakterlerden birinin ortadan kaybolduğunu fark ettim. Çok önemli bir rolü olmayan sıradan bir karakterdi ve doğal olarak kimse onun yokluğunun farkında değil gibiydi. Dizinin sonuna kadar kadının bir yerlerden çıkmasını bekledim. Neden bilmiyorum, o kadını orada görememek huzursuz etti beni. Yine de çok düşünmedim üstünde. Sonraki hafta kadın yine görünmedi.
Tam o sıralarda rüyalarım her zamankinden farklı bir seyir almaya başladı. Yine ışıl ışıl bir yol uzanıp gidiyordu karşımda. Yalnız bu defa yola başka bir yerden bakıyordum. Yolun başında duran ben değildim, sanki televizyon ekranından ya da yüksek bir yerden izliyordum her şeyi. Yolun başında bir kadın duruyordu. Uzaktan bile bana benzediğini görebiliyordum. Kumral, yeşil gözlü güzelce bir kadındı. O günkü yaşımdan en az on yaş daha büyüktü. Sol şakağında benimkinin eşi bir yara izi vardı. Sağ elinin işaret parmağındaki yeşil taşlı gümüş yüzüğü annem 14. Doğum günümde hediye etmişti. Kadın sessizce bekliyordu. Neyi beklediğini merak ediyordum. O ne bana ne etrafını saran güzelim manzaraya bakıyordu. Gözleri sadece önünde uzanıp giden yolu görüyordu. Onun baktığı yöne bakmaya çalışıyordum ben de, ve aydınlığı boğan derin bir karanlıktan başka şey göremiyordum.
Haftalar boyunca aynı rüyayı görüp anlam vermeye çalıştım. Yaşıtlarım pencereden dışarı bakıp ilk aşklarını düşünürken benim düşüncelerimi o yol dolduruyordu. Gelecekteki ‘ben’ in neye baktığını anlamak istiyordum. Sonraki hafta bir sabah okulda elden ele dolaşan bir gazetede rüyamdaki kadının resmini gördüğümde fark ettim o kadının aslında benim on yıl sonraki halim olmadığını. Haber 5. Ya da 6. Sayfada küçücük bir kutucuk içinde verilmişti. Ortalardan kaybolduğunu kimsenin fark etmediği dizideki kadın… Kim bilir ne kadar zaman boyunca kendisinden haber alınamayan kadının cenazesi kirası ödenmediği için kapıyı çilingire açtıran ev sahibesi tarafından bulunmuştu. Hayatta kayda değer herhangi bir iş yapamamış, bir yerlerde insanların hatırlayacağı bir iz bırakamamış, belki de istediği hayatı asla yaşayamamış bu kadın için üzüldüğümü ve dua ettiğimi hatırlıyorum. Bir de bu kadının rüyalarımda ne aradığını merak ettiğimi.
Ondan sonra yavaş yavaş, usul usul değişmeye başladı benim de dünyam. Rüyalarımda artık sadece yolu değil, yolun başında duran o kadını görüyordum. Kadının kim olduğu konusunda her seferinde tereddüde düşüyordum. Kadının yüz hatları bazen değişiyor, dizideki oyuncuya daha fazla benziyordu. Ama şakağındaki iz ve parmağındaki yüzüğü gördüğümde onun ben olduğuma karar veriyordum. Kadın değişse de yol ve yolun sonunu gizleyen karanlık hiç değişmiyordu.
Bu sırada günlük hayat her zamanki seyrinde devam ediyordu. Gündüz her şey yerli yerindeydi. Her şey sıradandı. Yalnız arada bir yolları düşünürken buluyordum yine kendimi. Başka hayatların nasıl olduğunu merak ederken matematikçinin uyarısıyla kendimi toparlayıp derse dönüyordum. Adını koyamadığım tuhaf bir özlem büyüyüp duruyordu içimde.
Zamanla bu özlem kendini daha fazla hissettirir oldu. Uyanık olduğum her dakika düşüncelerimi toparlayıp kendimi hayatın akışına bırakmaya çalışmakla geçiyordu. Ailem ne rüyalarımdan ne de beni kemirip duran isteklerimden haberdardı. Çünkü onları rahatsız edecek hiçbir şey yoktu görünürde. Biraz zayıflamıştım belki, ve birazcık da solgundu artık rengim ama üniversite sınavına hazırlanmakta olan her çocuk gibi çok çalışıyor ve çok yoruluyorum. Çok çalıştığım doğruydu, ama dersler benim dikkatimi dağıtmak için kullandığım bir yöntem haline gelmişti artık. Fizik problemleri çözmeye çalıştığım zaman düşünmeye fırsatım olmuyordu. Parmaklarım nasır tutuncaya kadar sıktığım kalemi aslında defter sayfalarına değil gerçek dünyaya saplıyordum çapa niyetine. Bu özlem, bu tuhaf istek o kadar yoğundu ki nefes alamadığımı hissediyordum bazen. Ve içimde yeri göğü ayağa kaldıran o büyük savaşı orada tutmaya çalışmak beni her şeyden fazla tüketiyordu.
Uykularım sığınağım olmaktan çok uzaktı. Her akşam defterlerimi kapatıp yatağıma girdiğimde bambaşka bir aleme dalıyordum. Rüyamdaki kadın artık yürüyordu. Ben de onunla birlikte karanlığa uzanan yolu adımlıyordum. O bendim, ya da ben oydum, bilmiyorum. Kadının ufka doğru uzanan bakışları yorgundu, çaresiz ve galiba biraz da öfkeliydi. Ama artık yürüyordum. Her gece rüyalarımda başıma olmadık işler geliyordu. Yürüdüğüm yol bazen ıssızlığın ortasında öylece bitiveriyordu. Bazen adını hiç bilmediğim şehirlere ulaşıyordum. Bir caminin köşesine sığınıyor, bazen kocaman bir şehrin sokaklarına dalıyor, hiç tanımadığım lisanların konuşulduğu yerlere gidiyordum. Peşime bazen tuhaf masal canavarları, bazen beni öldürmeye yeminli katiller takılıyordu. Bir gece çocuklarım ve kocamla mutlu bir ailemin olduğunu görüyordum. Ertesi gece trafik kazasında ailesini kaybeden kimsesiz biri oluyordum. Muhasebecilik yapıyor, evsiz kalıyordum.
Her gece aynı yolun başında durup ufka bakıyor, yürüyüp kendimi karanlığın içinde buluyor, ardından bambaşka bir hayatın içine giriyordum.
Gündüzüm ve gecem birbirini yenmeye çalışan iki ayrı alemdi artık. Uyanık olduğum zamanlarda normale tutunmaya çalışıyor, başaramamaktan korkup daha fazla çabalıyordum. Gündüz ne kadar çabalarsam rüyalarımın şiddeti de o kadar fazla oluyordu.
Seneler boyunca devam etti bu durum. Bir umutla başladığım üniversite de bir şey değiştirmedi. Yalnız daha fazla okur oldum, daha çok çalıştım. Tabi her zamankinden daha yalnız kaldım.
Bu arada diğer hayatım fark ettirmeden gerçek olanın içinde sızmaya başladı. Her yolcunun yanında taşıdığı ufak tefek şeyleri yanıma almadan kapıdan dışarı çıkamıyordum. Kibrit, çakı, el feneri, küçük bir ilk yardım paketi. Sanki her dakika kendimi yine o yolun başında bulacakmışım ve kendimi savunmak zorunda kalacağım bin bir tuhaf olayın içine düşecekmişim gibi her zaman gitmeye hazır, her zaman tetikte yaşıyordum.
Ve daha fazla yoruluyordum. Tıp fakültesinin zaten ağır olan derslerinin bana bıraktığı azıcık zamanlarda hareket etmeye, bedenimi takatim tükeninceye dek çalıştırmaya başladım. Artık gündüzleri okulda, akşamüzerlerini spor salonunda geçiriyordum. Dönem arası tatillerde beni sakinleştireceğini umduğum küçük uğraşlar edinmeye çalıştım çok kere. Takı, ahşap boyama, garip yoga kurslarına yazıldım. Beni yoramadıkları gibi sakinleştirmek konusunda da herhangi bir yardımları dokunmayınca daha hırpalayıcı şeylere yöneldim. Binicilik ve atış eğitimleri aldım. Hatta bir aylığına dövüş sanatları eğitimi veren bir yere gidip altı yaşındaki çocukların gülüşmeleri arasında kendimi nasıl savunacağımı öğrendim.
Yaptığım hiçbir şeyin faydası olmadı... Rüyaların şiddeti azalacağı yerde arttı, üstelik rüyadan ziyade kabus görüyordum artık. Yürüdüğüm yol artık hemen hemen hiçbir zaman iyi bir yerlerde sonlanmıyordu. Akıl hastanesi, mezarlık, hapishane, veba hastalarının üzerime yürüdüğü bir hastane, biçimsiz yaratıklardan kaçtığım karanlık sokaklar. Kabuslarım sayesinde en çılgın korku filmlerini masum masallar gibi izliyordum.
Gündüzle gece bir paranın iki yüzü gibi iki ayrı ben çıkardı ortaya. Her gün akıl sağlığımdan duyduğum şüpheyi yenmeye uğraştım. O zamanlar bu kadar normal sayılmazdı ruh doktoruna gitmek. Onlardan birine gidiyorsan eğer, deli olduğunu kabullenmişsin demekti. Her ne kadar aklımda bir tuhaflık olduğundan emin olsam da henüz delirmediğimi düşünüyordum. Ancak bu tempoda devam edersem bir yerlerde aklım daha fazlasını kaldıramaz hale gelecekti. Aklımı kaybetmek bile o anki halimden daha cazip görünüyordu bazen gözüme ama ya zararsız bir delilik olmazsa diye düşünüyordum, ya delirdikten sonra iki hayatımı birbirine karıştırıp gerçek insanlara zarar vermeye başlarsam ne olacak? Kendimi öldürme fikri üzerinde de düşündüm ama annemin yetiştirdiği çocuktum hala. Çatlakları ve eksikleri olsa da hala inanıyordum. Kendi ellerimden gelecek bir ölüm söz konusu bile olamazdı.
Temiz bir temmuz sabahıydı. İki saat sonra başlayacak olan final sınavına yetişmek üzere hazırlanırken aklım sınavdan ya da okuldan çok uzaklardaydı her zamanki gibi. Bir an durup camdan dışarı baktığımı hatırlıyorum. Kahvaltı salonuna girmekte olan diğer kızların şakalaşmalarını izledim. Uykudaki üç saatimi bu defa bir akıl hastanesinde geçirmiştim. Sabaha dek çok azı normale benzeyen, kendi kendine konuşan, garip sesler çıkaran ya da ses çıkarmadan boşluğu izleyen akıl hastalarının arasında beyaz koridorları adımlamıştım. Dışarıdaki o kızlardan kaçının ömründe bir kere de olsa psikiyatri koğuşunu gördüğünü düşündüm. Görmüş olsalardı yine böyle gülüp gülemeyeceklerini merak ettim.
O sakin Cuma sabahı dışarıyı izlerken içimde bir şeyler koptu sanki. Eskiden ne kadar normalsem bundan sonra o kadar tuhaf olacaktım insanların arasında. Kendime yer bulamayacak, aklımda taşıdığım bütün o hayatları merak etmeden, ya da gecenin gölgelerini düşünmeden tek bir gün bile geçiremeyecektim. Asla bundan on yıl önceki ben olamayacaktım bir daha. Annem saçlarımı okşamak için elini uzatırken irkilmemek için dişlerimi sıkmaya devam edecektim, babamın o gün ölüp ölmeyeceğini düşünecektim yüzüne her baktığımda, kız kardeşimin lise formasını ütülemesi bile tüylerimi diken diken edecekti aylar evvel onun okul yolunda başına gelenleri gördüğüm için.
O büyük kararı aldığım güne kadar yaşadığım hayat ne kadar zor olmuşsa son adıma karar vermem o kadar kolay oldu. En sonunda pes edip kendimi kapıdan dışarı atıverdim. Hiçbir şey yapmam gerekmedi. Üç yılımı geçirdiğim yurt odasını olduğu gibi bıraktım. Dolabın önünde duran yeni ayakkabılarıma, pencere kenarında su bekleyen pembe menekşeye ve bir önceki gece uyumadan önce yastığımın altına bıraktığım kitaba dokunmadım. Sadece sırt çantamı açıp içine bir iki parça giyecek ve öğle yemeğinde yemekhaneden aldığım iki elmayı attım. Sağlam yürüyüş ayakkabılarımı giydim, Sonbahar soğuklarında işime yarayacak kalın ceketimi sırtıma geçirip öylece çıktım kapıdan.
Nereye gideceğimi düşünmedim. Sadece yürümeye başladım. Yurt binası şehrin batısında kaldığı için batıya yöneldim. Ne yürüdüğüm yola baktım ne de başımı çevirip son bir kez geride bıraktıklarıma. Kendimi daha huzurlu hissetmedim, ya da yıllardır omzumda taşıdığımı hissettiğim yükten de kurtulamadım, sadece yürüdüm. Sağ ayak, sol ayak, sonra yine sağ ayak…
Gece çökmeye başladığında şehrin en uçtaki ilçesine varabildim. Merkeze yakın bir yerlerde küçük bir park bulup tahta banka oturduğum zaman fark ettim ayaklarımın ne kadar sızladığını. Ayaklarım isyan ederken midemden ses seda çıkmıyordu. Açlık hissetmediğim halde çantamdaki elmalardan birini çıkarıp yedim. Hemen yanımdaki çeşmeden akan suyla midemin geri kalanını doldurdum.
Gecenin geç saatleri olmasına rağmen park kalabalıktı. Yürüyüş yapanlar, çocuklarını parka getirmiş anne babalar, bir köşede turuncu plastik topu birbirlerine fırlatan gençler. Onlardan herhangi birinin yerinde olmak için neler vermezdim. En sonunda park yavaş yavaş sakinleşip benden başka kimse kalmadığı zaman yeniden ayaklandım. Öyle yorgundum ki bir an parkta uyumak çok parlak bir fikir gibi göründü gözüme. İlerde beliren karaltıyı görünce ondan da vazgeçtim. Cebimdeki paranın beni kaç gün idare edeceği hakkında en ufak fikrim olmadığı halde birkaç gün idare edebileceğim umuduyla küçük bir motel bulup kayıt defterinin başındaki adamın huzursuz eden bakışları eşliğinde en ucuz odaya yerleştim. Sızlayan dizlerimi göğsüme çekip lekeli çarşafa sarındım, uykuyu ve o gece yaşayacağım yeni günü beklemeye başladım.
Ertesi gün öğleye doğru yine aynı biçimde, dizlerim göğsümde uyandım. Tanımadığım odayı, çatlak duvarları inceleyip doğrulurken fark ettiğim şey yüzünden çığlık atmamak için bütün gücümü kullanmam gerekti.
Bir önceki geceden hiç bir şey hatırlamıyordum. Yıllar sonra ilk defa o yolda yürümediğim bir gece geçirmiştim. Göğsümün ortasında bir yerlerden yayılan ılıklık boğazıma, yüzüme, gözlerime ulaştı. En sonunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
O günden sonra yeniden dönemedim eski hayatıma. Yalnız birkaç kere iyi olduğumu söylemek için annemi aradığım günlerin gecelerini yine aynı rüyanın içinde çırpınarak geçirdim. Onun dışında bir kere bile tekrarlamadı rüyalarım.
Başımdan, rüyalarımda gördüklerime yaklaşamasa da sıradan hayatımda düşünemeyeceğim şeyler geldi. Kaçtım, kavga etmek zorunda kaldım, yaralandım, hırsızlık yaptım, soyuldum, bin türlü uyduruk işte çalıştım. İnsanların sokağa attığı şeylerle yaşamayı öğrendim. Bu sayede müzik çalarım, yeni giysi ve ayakkabılarım, hata aylar sonra sokakta yatıp kalkan Hamit’ten adının ‘Kırıkkale’ olduğunu öğrendiğim bir de silahım oldu. Parklarda, apartman kuytularında, kötü motellerde, cami avlularında, misafirperver köy evlerinde, karakol köşelerinde, talihin beni güldürmek istediği iki kere de lüks, yıldızı kalabalık otellerde uyudum. İyi insanlar da tanıdım ama nedense çok zaman kötü olanlar çıktı karşıma. Üşüdüm, terledim, hasta oldum, nadiren karnımı doyurup çoğu zaman aç gezdim.
Geriye dönüp baktığımda sebebini hala anlayamadığım ikinci hayatıma dönmemek için yürümeyi hiç bırakmadım. Bir zamanlar nasıl olduğunu merak ettiğim o diğer hayatların her birinin biraz biraz tadına baktım.
İşin kötüsü en sonunda farkına vardım ki aslında istenebilecek en güzel hayata sahiptim ben. İnsanların sahip olmak uğruna çok şey feda edebilecekleri o sade ve huzurlu hayat benim ellerimdeydi. Bunu fark ettiğimdeyse geriye dönebilmek için çok geç kalmıştım.
Keşke diyorum bazen, keşke birileri bana durmamı söyleseydi. Merak ettiğim hayatların benimkinden çok da farklı olmadığını, çiçeklerin herkese aynı kokup, gözyaşların hepsinin tadının aynı olduğunu anlatsaydı. O heyecan dolu yaşamların sadece beyaz camda o kadar heyecanlı olduğunu, gerçek renklerin asla o kadar parlak olmadığını söyleyip beni uyandırsaydı…
Her neyse… Dediğim gibi, geriye dönebilmek için artık çok geç, keşkelerin ve pişmanlıkların anlamı yok . Onun için yürümeye devam etmem gerek…

26 Temmuz 2011 Salı

Akide Teyze

Akide Teyze’nin şekerleme dükkânına hayatınızda hiç gitmediyseniz, çocukluğunuz ya kapalı kapılar ardında, ya da dükkanın bulunduğu şehrin dışında geçmiştir.
Bu şehirde yaşayan herkes, ister 7 yaşında olsun ister 77, mutlaka bir kere girmiştir bu kapıdan içeri. Rengi solmuş paslı tabela, önünden gelip geçenleri ‘Meşhur Şekerleme’nin tatlı dünyasına davet etse de, bu ismi bilen yoktur. Sadece Akide Teyzeyi tanırlar. Bir de onun meşhur akide şekerlerini.

Akide teyze kimsenin hatırlayamadığı kadar uzun zamandır her sabah sekizde kapısını açıp, akşam karanlığı çökene kadar kapısından içeri girenlere şekerleme satar. Pek çok nesil, aynı şekerlerden yiyerek büyürken, hepsinin Teyze dediği yaşlı kadın hep orada, loş dükkânın ahşap tezgâhı ardındadır. Kışın tarçın ya da portakal, yazın taze nane ve çeşit çeşit meyve kokan bu küçük dükkan sanki şehir ilk kurulduğundan bu yana oradadır. Çocukluk günlerini çoktan geride bırakmış müşterileri de, 6 yaş dişini çıkaran hayranları da aynı keyifle adımlar küçük dükkânın ahşap yer döşemelerini. Gelen kim olursa olsun Akide Teyze’nin köpeği Kavanoz telaşla misafiri karşılamak üzere kapıya koşturur. Tezgâha kadar eşlik edip şaşmaz bir görev duygusuyla gelecek misafirleri karşılamak için her zamanki yerine döner. Kahverengi gözlerinden başka her yeri simsiyah tüylerle kaplı bu kocaman köpek de Akide Teyze gibi hiç değişmez. Yıllar geçerken Akide teyze de Kavanoz da hep aynı neşeyle karşılar misafirlerini.

Yüzü kırış kırış yaşlı kadının gerçekte kaç yaşında olduğunu, ne kadar zamandır burada olduğunu ya da asıl adını bilen yoktur. Üstelik bunları sormak kimsenin aklına gelmez. Kadın konuşmayı sevmediğinden değil tabi, her yaşlı kadın gibi o da konuşmayı çok sever. Çocukların ellerine, içi kırmızı çizgili beyaz akide şekeri ya da renkli bonbonlarla dolu bir kâğıt külah tutuştururken türlü türlü şeylerden konuşur. Saçları örgülü kız çocuklarına bebeklerine dikecekleri elbiselere parça kumaş verebilecek terzileri söylerken, yara bere içindeki oğlan çocuklarına tüftüfleriyle ilgili küçük sırlar verir. Bir yandan çocuğunu gözetleyen annelerle tatlı tarifleri paylaşırken ikinci baharındaki hanım ve beylerle romatizma için faydalı bitkilerden konuşur. Müşterilerinin yüzüne bakarken aklından geçenleri okur gibidir ve hemen hemen herkes için paylaşacak bir şeyler bulmakta hünerlidir. Boyacı çocuklara 35 numara pırıl pırıl siyah ayakkabılarını biraz daha parlatmaları karşılığında küçük paketler içinde naneli şekerleme hediye ederken görülmüşlüğü vardır. Sokak hayvanlarına daha gün doğmadan küçük kaplar içinde şekerli süt ikram ettiğiniyse kimse bilmez.

Kadının akşam olup dükkanının kapısını kilitledikten sonra yanında koşturup duran Kavanozla birlikte nereye gittiği de bilinmez. Ardından bakanların bir anlık dalgınlığında gözden kaybolur. Akşam karanlığının içinde ne yöne saptığını o güne kadar gören olmamıştır.

Gerçi Akide teyze ve dükkanı hakkında kimsenin bilmediklerinin sayısı, dükkanda o güne kadar sattığı pembe renkli şekerli leblebilerden daha fazladır.

Yalnız herkes bilir ki, yumuşacık bakışlarıyla içinizi ısıtan Akide Teyze ve sizi seve seve misafir edecek dükkanı ne zaman hayatın sıkıntılarından biraz kaçmak isteseniz hep orada sizi beklemektedir.
.....
..
.

Çocukluğuma , bi de leblebi tozuna küçücük bi yazı :)

3 Ocak 2011 Pazartesi

Einstein'ın Bulmacası

Eskiden gazetelerin bulmaca eklerinde çok sevdiğim bir bulmaca yayınlarlardı. (Artık gazete almadığım için hala var mı bilemiyorum.)

Mantık bulmacada amaç, verilen ipuçlarından yola çıkarak, 5*5 ya da 4*4 şeklinde değişen bilinmeyenleri bulmaktı.

Önce dört ya da beş temel taşı verilirdi. Mesela beş farklı kişi. Bu kişilere ait özellikler belirlenir (araba, saç rengi, göz rengi, sevdiği kitap, annesinin kızlık soyadı vs..), sonra karşışık şekilde önermeler verilir, bu önemelerden yola çıkarak her bir kişi için bilinmeyen özelliklerin bulunması istenirdi.

genelde bulmacaya gayet güzel başlar, sonradan sıkılır atardım. ya da iyice gaza gelip sonuna kadar sabreder, bir saatin sonunda çözünce de hava atmayı ihmal etmezdim tabi. :)

Gelgelelim konumuza... Stumble denen bir olay var, haberdar olan vardır. Rastgele bir sayfa çıktı karşıma. Einstein amcanın da , buna benzer bir mantık bulmacası varmış ve dahinin dediğine göre bu bulmacayı çözenler, dünyadaeki en zeki %2 içinde yer almaktaymış :) (eh aynştayn amcanın zamanında öyleydi belki de :)))

İşin gücün arasında biraz kafa dağıttım, iyi geldi.. mantık bulmacalarını sevenlere.... Buyrunuz...



1. In a street there are five houses, painted five different colours.

2. In each house lives a person of different nationality

3. These five homeowners each drink a different kind of beverage, smoke different brand of cigar and keep a different pet.


THE QUESTION: WHO OWNS THE FISH?

HINTS

1. The Brit lives in a red house.

2. The Swede keeps dogs as pets.

3. The Dane drinks tea.

4. The Green house is next to, and on the left of the White house.

5. The owner of the Green house drinks coffee.

6. The person who smokes Pall Mall rears birds.

7. The owner of the Yellow house smokes Dunhill.

8. The man living in the centre house drinks milk.

9. The Norwegian lives in the first house.

10. The man who smokes Blends lives next to the one who keeps cats.

11. The man who keeps horses lives next to the man who smokes Dunhill.

12. The man who smokes Blue Master drinks beer.

13. The German smokes Prince.

14. The Norwegian lives next to the blue house.

15. The man who smokes Blends has a neighbour who drinks water.




El - Cevap