21 Eylül 2012 Cuma

takıldım öylesine

* Adalet. Bu dünya üzerinde eksiksiz adalet yok. Var diyen yalan söyler, öyle bir şey arayan da fena dağılır. Ha eksiksiz adalete olabildiği kadar yaklaşması gereken merciler var. sorumlu olduğu konularda sorunlu olanlar. Onlar sadece var.

* Tilkinin yerini bulmasını bekleyen korkak tavşanlar gibiyiz. Kuytu köşelere sinmiş meraklı gözerle dışarıyı izliyoruz. Her şeyi değil, yalnız çalıların izin verdiği kadarını görüyor ve gördüğümüz kadarıyla yetiniyoruz. Tilki başka tavşanları parçalarken, sırf kendimiz güvendeyiz diye susup oturuyoruz.  sıranın bize de geleceği ihtimalini düşünmeden sahte güvenin tadını çıkarıyoruz.

* Çocukken büyüdüğünde hayalet olmak isteyen çocuk var mıydı benden başka? Doktor diyodum soranlara ama, gizliden gizliye bi konağa dadanıp gelen geçeni korkutmak hayallerim vardı :))  Hayalet demişken, bu psikopat hayallerin yegane sebebi Tim Burton ve Beetlejuice'dır.

* Sahi bi Clementine vardı. N'oldu ona?

* 3 Mavi , 4 Kırmızı, 2 Beyaz topun bulunduğu  torbadan tekrar torbaya atmamak üzere 3 top çeken kişinin her seferinde siyah top çekmeyi başarabildiği bilindiğine göre; a) bu kişinin mavi defteri vardır, b) bu kişi Bedevinin önde gidenidir c) Bu kişinin Allah belasını versin d) Hepsi

20 Eylül 2012 Perşembe

Nergis




Neden bıkmıştı kendinden bu kadar? Neden başkalarını üzmek varken illa ki kendi kendini üzmekte ısrar ediyordu?  Neden kurtulmak istediği tek şey kendi yüreğiydi?

İşin özünde, yüreğinden dışarı çıkamaz, kendini gözden çıkaramazdı. Çünkü su yüzündeki yansımasını gördükten sonra hayaline kapılan nergis misali, gözünü kendi içine çevirdiğinde bildiği her şeyden daha güzel bir yaratıkla karşılaşmış ve hayatını kendine adamıştı. Yalnız kendine.
Dünyada kendinden başka nefret edilecek şey bulamayan insanlara dışardan bakanların anlayamadıkları sır buydu işte.  Onların özlerine duydukları nefretin bu denli büyük olması, o öze verdikleri değerin herhangi bir varlığa verdiklerinden daha fazla olmasındandı. Duydukları nefretin büyüklüğü, kendilerine duygukları sevginin büyüklüğüyle orantılıydı.


...
..
.
.
.
.

Ciddiye almayınız, denemedir. :)

17 Eylül 2012 Pazartesi

Yolda



Burnunun direği sızlardı bazen. 

En çok işte böyle yola düştüğünde. Hele bir de radyoda Müzeyyen Hanım başlamışsa içli içli söylemeye. Bir de kolunu dayadığı camdan içeri serin serin esiyorsa bahar rüzgârı. Rüzgârdan mı, radyodan ona seslenen içli hicazdan mı, yoksa yüreğini sıkıştıran, saçlarındaki akları sıklaştıran, yılları şeker değil de zehir diye yudumlatan, şakağındaki yara izi gibi cisminin bir parçası olmuş o değişmez acıdan mı bilemezdi gözlerindeki yaşlar. Boğazına oturmuş gömlek yakasını gevşetir, zorla yutkunurdu. Gözlerini avuçlarına kurular, tek damla akıtmazdı.

Hayatın ona yüklediği zalim rolleri hiç ses çıkarmadan, belki biraz korkak bir teslimiyetle oynamıştı hep.  

Nerede kavga olsa orada adı geçer, adı yoksa kendisi hazır bulunurdu. Belalı adamın tekiydi, “Bulaşma sakın” ihtarları kulağına çalınırdı nereye gitse. Hiçbir işte dikiş tutturamamıştı o güne kadar. Hiç bir patrona katlanamamış, en uzun altı ay çalışıp, bir de üstüne kavga ederek çıkıp gitmişti hepsinden. Evlatların en asisi olmuştu. Anaya asi, babaya kabahatli, ellerinde avuçlarında ne var ne yoksa satıp savan, parasını ne idüğü belirsiz işlerde harcayan, o da yetmezmiş gibi, en lazım olduğu zamanda çekip giden evlattı. Abilerin en kötüsüydü.  Kendinden küçük iki kardeşinin yüzüne bakmayan, zerre vicdanı sızlamadan kapıları yüzlerine çarpıp selamı sabahı kesen abiden ne hayır gelirdi insana? Babaların en rezili, kocaların en utanmazıydı. Her ikisini de parasız pulsuz ortada bırakıverip gurbet ellerde başka kadınlarla düşüp kalktığının hikâyeleri anlatılırdı aradan geçen on beş seneden sonra bile eski mahallelerinde.  Ne bayramda, ne cumalarda, bir kere bir camiye uğradığını gören yoktu o güne kadar. Vicdansız serserinin tekliydi.

Önceleri hoşuna gitmişti bu karanlık şöhret. En bıçkın delikanlıların onu gördüğünde yolunu değiştirmesine bıyık altından gülüp, şöyle sert bir bakışla süzerdi yanından geçip gidenleri. Sonra sonra yüreğine oturur olmuştu yalnızlık. Ondan uzak duranlara hak vermişti. Kötü olmaya yok dememişti. Hep gözü kara, hep kavgaya hazır, kötü huylu bilinmesini sineye çekip, ona ne dedilerse razı gelmişti. Konuşmayı, gülmeyi sevse de, kendini anlatmayı sevmezdi. İsterdi ki bilen yine öyle bilsin ama, yalnız görmeyi bilen, suskunluğunu dinleyen bilsin kendisini.

Onun için anlatmazdı.

Kendisini askere yollar yollamaz kırık tutup, bir de ondan çocuk peydahladığını seneler sonra öğrendiği kadını eli varıp da gebertemediğini,  kendinden olmayan çocuğun rızkını da kabullenip kadını kendi elleriyle babasının evine bıraktığını bilmezdi kimse. Daha delikanlıyken sevdiği bir kadını, uzak ellerde bulup nikâhına aldığını da bilen yoktu. O kadının her türlü kahrını çekip yine de gık çıkarmadan yollarını gözlediğini de.

Küçük kardeşinin kumar illeti yüzünden süründüğünü, peşindeki adamlardan kurtarayım derken kırılmadık kemiğinin kalmadığını, hastane çıkışı da o borç ödensin diye kendi evi ve ana babasının oturduğu ev de dahil, ne var ne yoksa satıp savdığını da anlatmazdı. Kardeşi olacak o yılan da ses çıkarmazdı ona laf edenlere. Yüzüne bakılmazdı elbet öyle kardeşin. Neyine bakacaktı ki.
 Öbürkünün, aklı kıt, avare olanın, haftadan haftaya cebine harçlık sıkıştırıp “Aman aslanım söyleme sakın anamlara” diye tembihlemesini nereden bilecekti mahalle esnafı.

Ne hırsızlığa, ne sahtekârlığa zerre tahammül edemediği için her işten kovulduğunu, yanındaki el kadar kızlara göz dikti diye dövdüğü ustabaşı yüzünden iki gecesini karakolda geçirdiğini, her yerden sırf doğruyu söylüyor diye tekme yediğini kime anlatabilir, kimi inandırabilirdi ki?

İçinden la havle çeke çeke yıllar geçirdiğini kime söylese kıymet bildirebilirdi?

İşte en çok böyleyken, önünde yollar onu kucaklamaya hazır beklerken, hele bir de radyodan Müzeyyen Hanım seslenirken cız ederdi yüreği. Tüylerini diken diken eden, camdan dolan bahar rüzgarı mı, gözünde dolukup kalmış yaşlar mı, yoksa o hiç bilinmediğine yanan yüreği midir bilemez, derin bir of çekip kurulardı gözlerini.

Şimdiye kadar ağlamamışken, bu saatten sonra kimselere dert anlatacak, oturup haline ağlayacak değildi.

4 Eylül 2012 Salı

Sonrası



 Denersin. Duyduklarını, gördüklerini anlamayı; nereden gelirse gelsin doğru olana varmayı denersin. Görünenin altında olanı anlamak için uykusuz kalır, kafa patlatır, anlayıp o yöne yürümeye başlarsın.   

Yürürsün. Düşersin, kalkarsın, toparlanırsın. Bazen takılıp kalır, bazen bin fersah birden aşarsın.

Kitapları, koca koca lafları, insanları, hayatı. 

Anlarsın. 

Anladığın gibi yaşarsın. Sözlerin, seslerin, düşüncelerin şekil alır. Sen sen olursun.

Yalnız o kadar farklıdır ki işin iç yüzü. Senin anladığın şeyleri anlayamamış, kim bilir, belki de aslında senden daha iyi anlamış insanlarla yaşamak zorundasın.  Senin adından emin olduğun doğrulara yok diyenlerin söylediklerine inanmış gibi yapmak, bildiklerini kendine saklamak, yalnız kendin yaşamak zorundasın.

Çünkü böyledir hayat, eğer o doğrular kendi keyfine uygun değilse, beyazın beyaz olduğunu kabul etmez kimse.  Buna da eyvallah der, adımlarını sıklaştırışın. Yürür, durur, koşarsın.

Sonrası? 

Sonrası… Öyle yorar ki artık içindeki dünyayla dışındakinin birbirinden bu kadar ayrı durması, bırakırsın ince ince düşünmeyi, doğru nedir diye uykusuz kalmayı.

Üstün körü okursun. Kitapları, koca koca lafları, insanları, hayatı. Aslında ne dediklerine hiç bakmadan, görünenin altında aslında kim olduklarına aldırmadan okursun.

Sen de onlardan biri olursun.