8 Kasım 2013 Cuma

Müzik lazım

His crown lit up the way as we moved slowly
Past the wondering eyes of the ones that were left behind.
Though far away, though far away, though far away
We're still the same, we're still the same, we're still the same.


Taking over this town they should worry,
But these problems aside I think I taught you well.
That we won't run,
and we won't run,
and we won't run.
That we won't run,
and we won't run,
and we won't run!!!

6 Kasım 2013 Çarşamba

Freedom



Güzel bi diziden bi alıntı yapasım var.

"True freedom requires sacrifice and pain. most human beings only think they want freedom. In truth, they yearn for the bondage of social order, rigid laws, materialism.

The only freedom man really wants is the freedom to be comfortable."


19 Eylül 2013 Perşembe

Hasbinallah!

Yarışma programı izliyorum..

Biri çıkıp başlıyor anlatmaya. 2 yıllıklardan çift anadal(!) yapıyor,  anasının karnında beste yapmaya, 3 yaşındayken kitap yazmaya başlıyor.  12 sinde  aforizmalarıyla dünyayı sallıyor.Aslında dili, edebiyatı çok seviyor ama her nedense Türkçe yerine başka dilleri tercih ediyor.

Tam bunun kafasında bir tanıdığım var.

Müthiş notlar alırdı bizim ne olduğunu hiç bilmediğimiz sınavlarda ama MEB'in ne kadar sınavına girdiyse hepsinde kaydırma yaptı. Hem de seneler boyu, ne kadarına girdiyse.Hatta dershanelerdeki denemelerde bile. Sınav bu ya, olur olur. Eyvallah.

Sonra üniversite sınavı geldi.  Sınava kadar kavga gürültü, sınavdan sonra panik, telaş. Sonuçlar açıklandı. Bu defa bizimkinin sınavı hakkında muhtelif söylentiler yayıldı. Bazısı ondan duyduğuna yeminle anlattı ki yine kaydırma yapmış. Oysa ben kendi ağzından dinledim,  meğer tıp fakültesine girecek puan almış ama onun asıl  hayali kimyacı olmakmış. Oldu da Evelallah...

Şimdi benden başka bir şehirde, bölümünden bambaşka bir meslekte çalışıyor. Arada bir karşılaşıyoruz. Daha ben sormadan başlıyor anlatmaya. Ne kadar çok para kazandığını, beğendiği arabanın sıfır modelinden ve de kırmızısından sipariş vereceğini, yakında alacağı terfiyi...Anlattıkça bal damlıyor ağzından.   Maşallah... Maşallah.

Ben çok konuşmuyorum. İşlerin sıkıntılı olduğunu,  kenara üç beş kuruş atmaya zorlandığımı, elde kaldı kalacak arabamın da en az benim kadar yorgun olduğunu.... bile söylemeden dinlemeye devam ediyorum. Ya daha kötü olsak? Maazallah.





26 Ağustos 2013 Pazartesi

...


Akıntının tam ortasındaki bir noktanın etrafında daireler çizip durduğunun farkına varmadan yaşamaya devam ediyordu. 

Akıntıda yalpalayan hayatının zamanın neresinde olduğunu anlamaya çalıştığı zaman; bazen kıyıya epeyce yaklaşmış olduğunu görüyor, bazen tamamen değişmiş bir manzarayla karşılaşıyor, bazense birkaç kulaç dahi kıpırdayamamış olduğunu görüyorsa da;  o noktadan tamamen ayrılmasına izin vermeyen çapaya bağlı halatın uzunluğu asla değişmiyordu.

Kim bilir, belki de akıntıya kapılmasını, suyun ucundaki çağlayandan düşüp aşağıdaki kayalıklarla kucaklaşmasını engelleyen tek şey o halat ve bağlı olduğu yerdi.

Ya da kim bilir, belki bir gün, çizdiği çemberlerin yarattığı girdaba kapılıp kendini suyun dibinde bulacaktı. 

Sonucun ne olacağını, kendini akıntıya bırakmadan bilemezdi.  Bunu yapabilmek için de her şeyden önce, aslında geçmişinin takılıp kalmış olduğu, zamanın durduğu o noktaya ve o noktanın merkezinde duran insanlara bağlı olduğunu fark etmeliydi.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Bahar


Suna Hanım her günkü gibi sabah ezanıyla uyandı. Besmele çekip yatağından çıktı, kireçlenme yüzünden sertleşmiş eklemlerini zorlayarak önce banyoya gitti. Sızlayan ellerini, çatlak ayaklarını yıkadı soğuk suyla. Pembe mine oyalı havlusuyla yüzünü kuruladı, kahverengi elbisesini giydi, tülbendiyle beyaz saçlarını gizleyip pembe iplikle işlenmiş etamin seccadesinin üzerinde namazını kıldı. Gün ağarana dek doksan dokuzluk tespihi elinde, küçük sokağın açıldığı meydanı, meydana giren çıkanları, bakkala gelen ekmek kamyonunu, kasabın çöpünü eşeleyen sokak kedilerini, meydanın kenarındaki ağaçları şenlendirmiş nisan çiçeklerini izledi.

Nihayet yerinden kalktı, mantosunu giyinip bakkala gitti. Her gün yaptığı gibi gazetesini aldı, meydanın diğer ucundaki parkın en ucundaki banka oturdu. Cebinden çıkardığı yakın gözlüğünü gözündeki ile değiştirip gazeteyi açtı. Her gün radyoda dinlediklerini bu defa sayfalardan okudu.

Sayfaları üstün körü geçerken nüfus istatistiklerini veren bir habere takıldı gözleri.

Doğumlar ve ölümler birer sayıdan ibaretti sarımsı gazete yaprağı üzerinde. Her biri birer müjde olan bebecikler , ocaklarda ateş olmuş kayıplar birer artı demekti sadece. Bir kasa domates ya da bir çuval kömür demek gibi bir şeydi insanları böyle sayılara dökmek. O sayıların içinde kendi yuvasından gelip geçmiş canlar da vardı. Onları insanlıktan çıkarıp, isimlerini, kimliklerini on tane rakama sıkıştırmış olanlara kızamadı. Belki de onlar böyle acılar yaşamamışlardı.

 Dalgın gözlerini fikirlerinden çıkarıp önündeki kağıda dikti yeniden.

Mevsimlere göre ölüm sayıları verilmişti bir köşede. Kendisinin o sayılar arasında ne zaman yer alacağını merak ederek okudu rakamları. Bahar aylarında intihar oranlarının arttığını haber veren minik puntolar üzerinde gezindi gözleri. İçindeki incecik bir sızı cız etti. Ne acı bir haberi ne önemsiz bir şekilde veriyordu duygudan yoksun kelimeler. Bir canın kurtuluş yolu bulamayışını ne de yavan bildiriyordu. Yalnız sonunda küçük bir soru soruyordu. Neden bahar aylarında artış gösteriyordu bu sayılar?

Değil mi ya? Güneş gülümsemeye başlamış, bütün hayat baştan cana gelmişken, her bir yan bahara bürünmüşken nasıl vazgeçebilirdi insan yaşamaktan? Hele ki nisansa aylardan nasıl umutsuz olabilirdi insan?

O tek soruyu soran her kimse, belli ki hiç sıkıntı çekmemişti. Belli ki bilmiyordu insanın gözlerinin önünde yaşanan ne olursa olsun mühim olanın yüreğinin içindeki mevsim olduğunu.
Bilmiyordu ki çiçekler açsa da, bahar yağmurları havayı, toprağı  denizleri yıkasa da bazen bir yüreği yıkamaya yetmezdi. Bilmiyordu ki bazen bahar insanın içindeki kışı bitirmeye yetmez, hatta belki o yüreği biraz daha soğuturdu.  Bazen ne haftaların, ne mevsimlerin ne de yılların yaraları iyi etmeye faydası olurdu.

Suna Hanım sol gözünden kırışık yanağına inen tek damla yaşı  elinin tersiyle sildi. Gazeteyi katlayıp mantosunun cebine koydu. Dönüşte bakkala uğradı, taze ekmeğini, günlük sütünü aldı. Sütü kasabın kapısında bekleşen kedilerin önündeki çanağa döküp depozitolu şişeyi elindeki poşete attı.

O sabah çayı demleyip kahvaltı masasında otururken kızının karşı duvarda asılı duran resmine bakamadı.

18 Ocak 2013 Cuma

Balçık


Bana bir isim vermeye çalışmaktan vazgeçmeli artık insanlar. Ben bundan yıllar önce bana verdikleri ismi bırakmışken geldiğim yerde, benim vazgeçtiğim o ismi deşip çıkarmaya çalışmaktan vazgeçmeli. Arada bir kazara takılan bakışların arasında, onca tiksinti ve acıma arasında, nadiren gördüğüm meraklı gözlerin sahipleri de vazgeçmeli merak etmekten.


Ben insanları merak etmekten vazgeçtim .

Aralarında iyi olanlar da çıktı karşıma. Hepsi aynı değildi. Yine de hiç biri benim anlamak için verdiğim çabaya değmedi.

Hırsın solgun benzini gördüm. Kendi yolunu açmak için çıkardığı toprağı yanı başında uykuya dalmış yol arkadaşının üzerine atanları gördüm. Onlar uykularında boğulurken erzakı çalan diğerlerini, hırsızın matarasındaki suyu kendi matarasına boşaltan diğer hırsızları, ve hepsini birden başka çapulculara ispiyonlayan başkalarını.

Onun için yoldan çıktım, yabana daldım. Yabanda bir mezar kazdım kendime, başında nöbete başladım.  Yanıma hiç yol arkadaşı almadım.

Yalanın şekerli tadını da bildim. Baldan tatlı kardım başkalarına sunduğum yalanları, gerçek diye sindirdim bana sunulanları. Sonradan, iş işten çoktan geçmişken anladım neyin ne olduğunu ya, sancılar içinde uyanırken gaflet uykularından,  gerçeği hangi yarama merhem edeceğimi bulamadım.

Temiz hava, bol gıda, semirmiş nice kuzu geldi geçti benim ucunu bucağını göremediğim bu otlaktan.  Kimisi benimle aynı gibiydi, ancak sırtındaki koyun postunu atınca anladım altındakinin ne olduğunu.  Kimisi mezbaha yolcusu oldu, kimisi başka sürünün yolunu tuttu, kimi benim gibi bir punduna getirip kaçtı kurtuldu. Çoban köpeği hep yerinde kaldı ama, o çitler arasındaki bütün koyunlar eninde sonunda çobana meze oldu.

Kızıl nefretin aleviyle kavruldum. Yüreğim kan deryasına döndü. Gözüm kara kuyuların diplerinden beterken, benim yüreğimden daha kara, benim kinimden daha acı nefretler gördüm. Öyle kördü ki gözleri, ak sandılar içlerindeki karanlığı. Kavgaya barış, nefrete sevgi dediler. Benim kör gözlerim onların yüzlerini görünce açıldı. İnsan dedikleri şey olmaktan utandım, insan olmaktan vazgeçip onlardan kaçtım. Beni de sevmeye kalkarlar diye korkup saklandım.

Çocukken oyuna hiç almadığım o cılız, hastalıklı, gözlüklü çocuğu aradım özür dilemek için. İstedim ki sarılıp helallik alayım ve anlatayım… Sırf dışarıda bırakılan biri var diye o kadar eğlencelidir o oyunlar ve yalnız bir araya geldiğinde sırtlan sürüsüdür çocuklar. O çocuğun sırtlanlara baş olduğunu gördüm. Gördüğüm rüyadan uyanır uyanmaz sırtlan sürüsüne arkamı döndüm. Bıraktım başka çocuklar oyun dışında kalsın. Yeni sırtlanlar eskilerin yerini alsın. Ben yönümü mahalleden çevirdim. Sokağı, mahalleyi ve bezirganın kapısını gözlüklü çocuğa bıraktım.

Yokluğun kül rengi yolundan tahtırevanlar içinde geçenlere yoldaş oldum. Çıplak ayaklarla kar üstünde yürüyen kılıksız, meteliksiz adam ve kadınları görmezden geldiler. Onlar üşüdükçe  diğerleri sarındı kürküne. Pembe yanaklı veliahtlar sıcak yataklarında kuş tüyü yastıklara gömülürken bir anne son uykuya daldı yağlı ilmeğiyle çocukları aç diye. Kimsenin ruhu duymadı. O anne için ağlamadı hiç kimse. Tahtırevanın yolundan çıktım. O kadının yüzünü görmemek için koşabildiğim kadar uzağa, vardan, yoktan, yokluktan ve aç çocuklardan uzaklara kaçtım.

Her iyi niyetin, her güzel sözün, her dost gülüşün peşine düştüm. Kendine bir şey istemeden yalnız sevmek isteyen vardır sanıp yanlarında yürüdüm. Çok geçmeden maskeler düştü, her maskenin ardında bir başka yüz, hepsinin elinde başka başka maskeler buldum. İstisnaların bir türlü yıkamadığı kaideleri görmezden gelmeye gücüm yetmedi, maskeyi çıkarıp attım yüzümden yüzümle birlikte. İsmimi  de bıraktım yanlarına, yüzü olacak insanların yaşamadığı yerlere yürüdüm.

Ah ne çok şey var anlatılacak… Balçığın ne çok rengi var.

Dedim ya, ben vazgeçtim merak etmekten. Gördüklerimden sonra çamur bulaşmamış olanını aramaktan vazgeçtim.

Onun için onlar da benden vazgeçmeli. Adı neymiş? Kimsesi var mıymış? Bir zamanlar insan gibi mi yaşarmış? İşi, arabası, evi ve bankada parası, çoluğu, çocuğu, anası, babası… Hayattan vazgeçmeden önce nesi varmış?

Ben vazgeçtim.

Onlar da artık beni rahat bırakmalı…


NOT  (21.02.2013)
Hem kendime hatırlatmak, hem de tarihe not düşmek için....

"Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım." " (15:26)


" Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın. "Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti.Allah buyurdu ki: "Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?"İblis şöyle dedi: "Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim."Allah şöyle buyurdu: "Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin.Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir." "


Onun için balçık ne kadar balçık olsa da balçıktaki kerameti de anlamaya çalışmalı.