5 Eylül 2010 Pazar

Fırtına Tarlası


"Çocuklar ailelerini önce severler, sonra yargılamaya başlarlar ve nadiren affederler…"
OSCAR WILDE
"Rüzgâr eken fırtına biçer."
Anonim

Derya küçük odasının karanlığında parlayıp sönen televizyonu hemen kapatmaya cesaret edemedi. Bütün gece elindeki işle uğraştıktan sonra gece yarısı haberlerini izlemişti. Haberleri izlemenin büyük bir hata olduğu ortaya çıkmıştı, çünkü kendini daha yorgun hissediyordu.
En sonunda ulusal kanallar da olayı duymuştu işte. Gezdiği altı kanalda arkası arkasına aynı haber dönüyor, her kanalda birbiriyle tutmayan saçma sapan şeyler söyleniyordu.
Kadın önce ışığı yakıp sonra televizyonu kapattı. Odayı toparlarken bir yandan da bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünüyordu. Sürgün geldiği şu küçücük şehirdeki hayatı, ikinci kere beklemediği şekilde hareketleniyordu.
Yeni görev yerine geldiğinden beri sayısız dava ile uğraşmıştı. Ama hiç biri şimdiki vaka kadar uzamamıştı. Yıllarca görev yaptığı İstanbul’dakinin aksine Cinayet bürosuna gelen dosya sayısı çok azdı, onlar da sebebi kestirilebilir davalar oluyor, kısa zamanda çözümleniyordu. Oysa şimdi, tam da küçük şehrin kestirilebilir hayatına ve durgunluğuna alışmış ve huzurlu bir yaşama ayak uydurabileceğini düşünmeye başlamışken, kendini yeniden bir dizi cinayetin içinde buluyordu.
İlk dosya bundan dört ay önce, Ağustos ayının sonunda gelmişti önüne. Üç çocuk babası, kamyon şoförünün cesedi, evinin hemen arkasındaki dar sokakta bulunmuştu. Adamın ölüm nedeni vücudunun çeşitli yerlerine aldığı otuzdan fazla bıçak yarasıydı. Maktul bıçaklanmadan önce öldürülesiye dövülmüştü. Başta suratı olmak üzere vücudunda; sırtında, göğsünde ve bacaklarında sayısız darp izi vardı. Bir ay boyunca soluksuz çalışmışlarsa da ellerine hiç bir şey geçmemişti. Tam pes etmek üzereyken yeni bir olayla karşılaşmışlardı. Sonraki ay bir tane daha.
Başlarda anlık bir öfkeyle işlendiğini sandığı bir cinayeti araştırırken, ardı ardına üç dosya daha gelmişti önüne. Hepsi benzer şekilde işlenmiş dört cinayet, hepsinde aynı işaretler, aynı belirtiler. Hepsi ayın son günlerinde. Üstelik hepi topu dört ayın içinde. Başlarda olay sessiz tutulurken ne olduysa geçen ayki dosyayla birlikte olmuştu. Adamla ilgili haber yerel gazeteye çıkmıştı. Son birkaç gündür de ulusal kanallar olayı haber yapmışlardı. Şimdi de tüm türküye küçük kenti n sokaklarında gezen caniyi konuşuyordu. Baş komiser Kerim genel müdürlükten birkaç telefon almıştı bile. Büyükler durumdan rahatsızdı. Medya olaya iyiden iyiye saldırmaya başladığına göre onları da kapılarında görmeleri, Ankara’nın da olaya el koyması fazla uzun sürmezdi. Yine de derya işlerine karışmadan önce bir hafta zamanları olduğunu düşünüyordu.
Hırsla of çekip masasını başına oturdu. Bu işi ne yapıp ne edip çözmeleri lazımdı.
Derya, geldiği yerde Çerkez Derya diye bilinirdi. Çerkez olduğundan değil tabi, inadını bilenlerin yüzüne karşı “Keçi Derya” diyememesinden.
*
“Hasan Hüseyin boş boş bakacağına çantaları toplasana oğlum!” Kerim gecenin üçünde sıcak yatağından kalkıp buz gibi sokağa gelmiş adamı hırpalamaktan hiç hoşlanmıyordu. Ama bu adamı da başka türlü harekete geçiremiyordu ki. Aralık ayının ayazı olay yerinde dolanıp duran iki polis memuru ve Hasan Hüseyin gibi onu da buz kalıbına çevirmişti. Siyah montunun içinde biraz daha küçülürken kendi kendine söylendi. “Ah be evladım, Deryaya kızıyorsun ama senin de dilinden bir tek o anlıyor.”
“Anlar ya… Dinsizin hakkından imansız gelir diye boşa dememişler.” Derya boynundaki kaşkole gömülürken kan gölüne dönmüş zemini inceliyordu.
Duvar dibinde kendi kanının oluşturduğu bir göledin ortasında bir adam yatıyordu. Üzerindeki koyu renk kabanın düğmeleri çözülmüş, kabanın içindeki paramparça mavi gömleği ve kravatı ortaya çıkmıştı. Gömleğim mavi olduğu ancak yakalarından anlaşılıyordu. Yoksa belden yukarısındaki bütün giysileri kanla sırılsıklamdı.
“Ben de nerede kaldı gece kuşu diyordum. Korktuğumuz başımıza geldi, bu da aynı elden çıkma.” “Birebir aynı mı diyorsun?” “Suratı Çarşamba pazarına dönmüş, başının arka tarafında da şişlikler var. Çok fena dövmüşler. Kan yüzünden pek bir şey seçilmiyor ama göğsündeki yaralar silah yarasına pek benzemiyor. Adamın vücudundaki bütün kan boşalmış neredeyse. Bıçaklandığında canlıymış hala.” Derya cesede biraz daha sokuldu. Ellerine, yüzünde baktı. Kırklı yaşlarda, sokakta görseniz iki dakika sonra unutacağınız, sıradan bir adamdı. Dikkat çekecek herhangi bir özelliği yoktu.
“Öleli ne kadar olmuş?”
“Bir, bilemedin iki saat. Devlet hastanesinde ambulans şoförü olan Meraklı Ayvaz’ı bilirsin. Evine dönüyormuş, köşeyi dönerken boş binanın duvarına dayanmış birilerini görür gibi olmuş. Meraklanıp geri dönünce adamı bu halde bulmuş. Nabız kontrolü yapmış, adamın çoktan öldüğünü anlayınca da hemen polise haber vermiş. Geldiğimizde ceset çoktan soğumuştu ama kan hala sıcaktı. ”
Derya adamın yüzüne baktı. Bir zamanlar neye benzediğini anlamak mümkün görünmüyordu. Her iki gözü de kapanmıştı. Alnında ve yüzünde de morluklar vardı. Suratındaki morluklar ölüm beyazı yüzünde daha da kötü görünüyordu. Boynuna kadarki resim ne kadar kötü olsa da, daha aşağısıyla karşılaştırılamazdı bile. Adamın kaç tane yarası olduğu ancak otopsi raporunda anlaşılacaktı ama akan kanın miktarından delik deşik olduğu belliydi. Karın kısmında bağırsakları görünüyordu. Kadın cesede bakarken yeniden aynı şeyleri düşündü. Ne kadar da alışıktı böylesi vahşet sahnelerine. İlk yıllarında bu görüntüler kanını dondururken, şimdi aldırmıyordu bile. Cesedin yanı başında, sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük şeylerden konuşuyor, Hasan Hüseyin’i izleyip içinden yorumlar yapıyordu. Olay yerinde olduğunu belirtir tek şey sesindeki o incelmeydi.
Kendinden şüphe duymamasının, artık bu işi kanıksayıp insanlıktan çıkmış biri olmadığının kanıtıydı sesindeki o belli belirsiz incelme. Bunu ne zaman düşünse polis kolejindeki hocasını hatırlardı. Eski il Emniyet Müdürü Erkan Bey’in dedikleri bu gün gibi aklındaydı. Bir gün derste neden emekli olduğunu soran bir öğrencisine şöyle demişti adam,
“Suçun içine daldıkça üzüntü duymayı unutuyorsunuz çocuklar. Yavaş yavaş üzülmeyi bırakıyorsunuz. Karşınızda gördüğünüz kanlı sahne sayısı çoğaldıkça, akıl sağlığınızı koruyabilmek için kendinizi biraz daha yabancılaştırıyorsunuz. Zamanla cinayetler bulmaca, maktuller de şaşırtıcı birer soru işareti gibi görünmeye başlıyor gözünüze.
Benden size nasihat olsun, ne zaman ki artık suç mahallinde gerginlik hissetmez olursunuz, kurbanın yanı başında sesiniz bile titremez olur, o gün mesleğinizi bir kere daha gözden geçirin.
Uçurumun dibindeyken dizin dahi titremiyorsa, o uçurum çoktan içine yerleşmiştir. Ya geri döneceksin… ya da kendini eninde sonunda o baktığın yerde bulacaksın.”
Geriden biri boğazını temizleyince ikisi birden döndü. Hasan Hüseyin Derya’nın artık alıştığı o uzun boyuyla yanı başlarında ayakta dikiliyordu. Ne Kerim ne de Derya çok kısa olmamalarına rağmen memurun yanında kısacık kalıyorlardı. “Amirim ben müsaadenizle eve dönsem. Hanım meraklanmış.” Kerim seninle ne yapacağız biz der gibi memuruna baktı. “Hasan Hüseyin dur bakalım, ben yeni geldim daha. Hanımın az daha beklesin. ” Hasan Hüseyinin yüzü gerildi. “Olur Derya Hanım.” “Fotoğraflar çekildi mi?” “Çekildi.” “Kaç kare?” “30’ar derecelik açılardan, 120 fotoğraf, yaralar, yüzdeki darp izleri vesaire için yakın çekim 30, olay mahallini uzaktan gösterir 1,5 ve 15 metreden de 3 er fotoğraf.” “Üst araması?” “Adli tıbbı engellememek için sadece kanın değmediği yerlere baktım. Cebinden çıkanlar poşetlendi, çantada duruyor.” Kerim bu sefer aynı bakışı Derya’ya attı. “Aferin Hasan Hüseyin, sen öğreniyorsun bu işi.” “ Tamam tamam. Bu kadarı yeter, zaten bu karanlıkta başka bir şey bulamayacağız. Sen evine dön. Derya ben de iş yerine geçiyorum. ”
“Dur komiserim dur, ben de geliyorum.”
*
Derya fotoğrafların olduğu hafıza kartını bilgisayara taktı. Arkasından her birine uygun birer isim verip CD’ye kopyaladı. Resimleri kendi bilgisayarında açıp, CD’nin bir kopyasını Kerime uzatırken sabah oluyordu.
“Adamın cüzdanını gördün mü?” Kerim poşeti deryaya uzattı. Poşetin içinde yıpranmış, sahte deriden kahverengi bir cüzdan duruyordu. Derya masanın üstündeki kutudan bir eldiven çekip incelemeye başladı. “Ehliyet, nüfus cüdanı, kredi kartı, kimlikler… Birkaç fiş, topu topu otuz lira, yaşlı bir kadına ait vesikalık , bir de yarısı yırtık aile fotoğrafı. ”
“Öğretmenmiş.” Dedi Kerim kırmızı bantlı bayraklı kimliği işaret ederek. “Öğretmen evi kartı var. Tabi ki parasızmış. Bu gün ayın Aralığın 29’u. Hem de bayram arifesi, maaş suyunu çekmiş olsa gerek.”
“Lise öğretmeniymiş bence. Branşı matematik, fizik ya da ona benzer sayısal bir ders. Başarılı bir öğretmenmiş. Mesleğini seviyormuş. Yeni boşanmış, ya da boşanmak üzere. Muhtemelen İçki ya da kumar problemi varmış. Ben içki diyorum. Karısıyla kavgalı durumdalar. Yirmili yaşlarda bir oğlu var, onunla da uzun zamandır görüşmüyorlar. Belki de çocuk annesiyle birlikte şehir dışındadır. Oğluna, karısına şiddet uygulayan biriymiş bence. Hatta okuldaki öğrencilere de gereğinden sert davranıyor olabilir. ”
“Hay Allah’ım. Derya Hanım, idrardan karakter tahliline başladınız yine. ”
“Yahu kızma kerim, her şey açık seçik belli duruyor. Olay yeri fotoğraflarına baksana, adamın kravatı, pantolonu kırış kırış. Ütüsünü kendi yapıyor, ya da hiç yapmıyor gibi. Bileğindeki saati neredeyse elinden fırlayacak. Gömleğinin yakası eskimiş olduğu halde boynuna büyük geliyor. Son zamanlarda fena kilo kaybetmiş. Düzenli beslenmiyor. ” Kerimin bilgisayarına yaklaşıp adamın ellerini gösteren fotoğraflara geçti. “ Yüzük parmağında, bembeyaz bir yüzük izi var. Bu yakınlarda alyansını çıkarmış. Ütüsüz elbiseler, kilo kaybı, yüzük izi… Bir de üzerine yırtık fotoğraf. Fotoğrafa dikkat ettin mi, adamın yanında bir kadın varmış. Oğlanla adam duruyor ama kadının resmi yırtılmış. Resimdeki çocuğun üzerinde ‘CARTEL’ baskılı bir t-shirt var. Yani fotoğraf nereden baksan 15 senelik. Çocuğun yaşı yedi-sekiz desen. Şimdilerde yirmidört – yirmi beş filandır herhalde. ”
“Yani boşanmış ya da boşanmak üzereymiş. Fişlerdeki harcamalarda bolca hazır yemek var. Bu da senin teoriyi destekliyor. Tamam bunu kabul ettik. Peki her şeyi bilir , pek muhterem Derya hanım, öğretmenliğiyle ilgili teorilerinize gelelim.”
“Onu da resimlerden çıkarttım. Adamın ellerinin her yanı kalem lekesi. Mürekkep değil, tahta kalemi. Mavi, kırmızı, yeşil. Gün içinde bu kadar çok tahtayla haşır neşir oluyorsa fazla emek isteyen, zor bir dersi veriyor bence. Kitaptan anlatmak yerine tahtada sorular şözüyor, anlatıyor, hatta dikkatsizlik edip ellerini boyuyor. Bu de mesleğini sevdiğini gösterir. Benim aklıma ilk olarak farklı renklerde kalemlerle çözülen geometri problemleri geldi. Ama çok da emin değilim.”
“Bu biraz şaibeli gibi geldi bana. Herif üniversitede hoca olabilir, emekli ya da özel dershanede öğretmen de olabilir.”
“Onlar da mümkün… ”
“Gelgelelim oğlunu dövmesine. Haydi bunları anladım, adamın oğlunu dövdüğünü, öğrencilerine kötü davrandığını nereden çıkarttın bir de onu anlayalım.”
“En güzeli en sona kaldı. Sen anlatacaklarım dinleyince benimle dalga geçeceksin ama gayet mantıklı bir düşünce zinciri üzerinden ilerleyeceğim. Kullandığım yöntem de daha önce pek çok kez kanıtlanmıştır, şimdiden uyarayım. Şimdi… Adamın kulaklarına bakmanı istiyorum.”
“Af buyur?”
“Adamın diyorum, sol kulağının üst kısmı diğerinden daha uzun. Sanki çocukken çok fazla kulağı çekilmiş gibi, deforme olmuş. Çocukken çok dayak yemiş olmalı. Cüzdandan iki resim çıkmıştı, bir annesinin, bir de oğlunun resmi. Hayatındaki iki önemli varlığın resimleri. Babası? Ondan tek iz yok. Babadan yenilen dayağın izi çok bariz.
Oğlunu dövdüğünü nereden anladığımı soruyorsun… Çocukken görmüş olması muhtemel muameleden. Her insan çocuğunu bildiği tek şekilde büyütür. Anne ve babasından gördüğü şekilde. Bu şehirdeki gibi kapalı bir toplum içindeyse, eğitim ya da çevrenin alışkanlıklarını değiştirme ihtimali de düşükse, kendi anne babasının kopyasıdır.
Bu adam çocukluğunda şiddet görmüşse, muhtemelen kendi çocuğunu da dövüyordu. Hatta karısını da. Ailesi bu yüzden dağılmış olabilir. Resmin üzerinde yapışkan izine benzer lekeler var. Resmin yarısı yırtıldıktan sonra yeniden yapıştırılmış, sonra yeniden koparılmış gibi. Adam karısına kızgın, ama onu seviyor, pişmanlık duyuyor. Özlediği ve yeniden ailesini bir araya getirmek istediği için resmi yeniden tamamlıyor. Belki de bir sarhoşluk anında öfkesi yeniden depreşiyor, resim yine parçalanıyor.
Adamın hayatı çok zor geçiyor. İyi bir öğretmen, emek harcıyor. Yine de aldığı parayla ay sonunu getiremiyor. Öfkeli, çaresiz bir adam. Fişlerdeki alkol harcamalarını sen de gördün. İşin içine alkol de girince hayatı altüst olmuş bir profil karşımıza. Peki bu adam hırsını kimden çıkaracak? Oğlu yok, karısı yok, belli ki arkadaşı eşi dostu da. O zaman sosyalliğe duyduğu ihtiyacı nerede giderecek?”
“Okulda?”
“Tam üstüne bastın. Herkesin bir şekilde insanlarla kontak kurmaya ihtiyacı vardır. Kim olursa olsun, insanlarla temasa geçmeye. İletişim şekli değişir. Bu şiddet, şefkat, ya da sevgi olabilir. Bu adamın oğluna ya da karısına göstermiş olabileceği muhtemel şiddeti onlar yokken yansıtabileceği tek insanlar öğrencileri. ”
“Dediklerin mantıklı ama çok fazla boşluk var gibi geliyor. Fazla tahmin yürütüyorsun. Senin düşündüğünden çok farklı anlamlara gelebilir gördüklerin. Adamın yüzüğü tamirde olabilir, hasta olduğu için kilo vermiş ya da kaza geçirdiği için kulağı deforme olmuş da olabilir. ”
“Elbette olabilir, bunlar sadece teknik, genellemeler üzerinden ilerliyorum. Hatalı olma ihtimalleri her zaman var. Ama Kerim elimizde hiç bir şey yok. Adamın kim olduğu soruşturulana kadar bu yöntemleri kullanmaktan başka yol yok.”
“Bu kadar kurban incelemesi yeter. Biraz da katile vakit ayıralım bence. Diğer dört kurbanla karşılaştırıyorum da. Önce Kamyon şoförü, doktor, garson, kütüphane memuru, şimdi de öğretmen. cinayet mahalleri ayrı bir alem. Sebil sokak, Kurtuluş Mahallesi, Divan Mahallesi, Mevlana mahallesi, şimdi de Hastane sokak. Bunların hepsi birbirinden tamamen ters yönlerde. Hepsi şehrin ayrı yerlerinde. Kurbanların hepsi kırklı yaşlarda, kendi halinde adamlar. Bunun dışında benzer tek bir taraf göremiyorum ben.”
“Önceki kurbanların çocukları var mıydı?”
“Evet. Babasız kalmış tam dokuz çocuk. Yaşları 3 le 14 arasında değişiyor. Derya ne diyorum biliyor musun? Şu resimlere baksana, ne görüyorsun?” Kerim diğer olaylarda çekilen resimleri yan yana masa üstüne çıkardı.
“Ortak olan tek şey modus operandi. Yani katilin çalışma biçimi. Özellikle surata üst üste darbeler almışlar. Diğerlerinin otopsi raporunda da darp izlerinden bahsediliyordu. Katilimiz çok öfkeliymiş. Hırsını alıncaya kadar vurmuş. ”
“Vurdukça daha da öfkelenmiş. Bu adamları bu kadar hırpalayan kişinin cüssesi bayağı yerinde olmalı. Maktuller hiç de ufak tefek sayılmazlar.”
“Garsonu unutma, iri yarı bir adamdı.”
“Bu adamları bir köşede kıstırıp bu kadar dövmek zor iş. Ya birden fazla kişiler, ya da çok kuvvetli tek bir kişi. Sayının fazla olduğunu sanmıyorum, olay yerlerinde dağınıklık yoktu. İki kişi bile olsa itiş kakışta çevrenin daha fazla dağılması gerekirdi. Bence katilimiz 1.80- 1.90 boyunda ya da daha uzun genç bir adam. Kuvvetli. Öyle ki adamları tek başına öldüresiye dövebiliyor. Ve tabi çok da öfkeli. Bu kadar çabadan sonra yorulmuş olsa gerek. Yorulmuşsa da durmamış Bu defa yumrukları yerine bıçağını kullanmış. Hepsinde en az otuz bıçak darbesi var. İyi de neden bu kadar öfkeli? Bı kendi halinde adamlardan nasıl bir zarar görmüş olabilir ki?”
Her ikisi de bir süre sustu. Derya o kadar yorgundu ki esnemesine engel olamadı. Memurlar yavaş yavaş daireye gelmeye başlamışlardı. En sonunda kerim yeniden konuştu.
“Neyse… Derya ben arşivdeki kanepede bir saat kestireceğim. Artık düşünemiyorum.”
“Tamam, ben de eve gidiyorum zaten. Bu işi çözeceğiz Kerim. Bu işin içinden çıkacağız.”
“İnşallah öyle olur Derya, yoksa halimiz hakikaten duman.”
*
Kerimin içinde garip bir huzursuzluk vardı. Aynı katilin elinden çıkma beş cinayeti incelediklerini biliyordu yine de olayları birbirine resmi olarak bağlayacak herhangi bir kanıtları yoktu. Bir de bu son olayda Kerimin canını sıkan bir şeyler vardı. Ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Bu hissinden Derya’ya da bahsetmişti. Belki bilinçaltında sorunun cevabını biliyor, belki de sadece içgüdülerini dinliyordu. Sebebi her ne olursa olsun, bu son olayda yerine oturmayan bir şeylerin varlığından emindi.
Hasan Hüseyin’in arabayı park etmesini beklerken önünde durduğu müstakil eve göz attı. Kenar mahallelerin birinde, bahçe içinde bakımsız bir evdi. Şimdiye kadarki beş dava içinde ilk defa belki de zanlı olarak nitelendirebileceği birileriyle konuşacaktı. Konuşacağı kişinin henüz liseye giden genç bir çocuk olması canını sıkıyordu.
Sabah on civarında Atatürk lisesinden okulun geometri öğretmenlerinden birinin derse gelmediğini, kendisine ulaşılamadığını bildirir bir telefon almışlardı.
Yanında Hasan Hüseyin ile birlikte okuldaki bütün hocaları dolaşmıştı. Adam hakkında derya’nın yürüttüğü tahminler bir bir tutuyordu. Şeref Eren yirmi iki yıllık öğretmendi. Birkaç ay önce karısıyla ayrılmışlardı. Oğlu İstanbul’da öğrenciydi.
Adam hakkında söylenenler genelde iyi şeylerdi. Birkaç ay öncesine kadar kimselerle düşmanlığı olmayan, okuldan eve, evden okula gelip giden yalnız bir adamdı. Ancak karısından ayrıldığından beri sanki karakter değiştirmişti. Gündüzleri okula akşamdan kalma, leş gibi içki kokar vaziyette geliyor, ders aralarında öğretmenler odasında uyukluyor, derslerde öğrencileri hırpalıyordu. Önceki hafta bir lise son öğrencisini sınıf arkadaşlarının gözü önünde adam akıllı dövmüştü. Kimsenin aklına adama kin besleyecek başka biri gelmiyordu.
Kerimin öğretmenlerle konuştuktan sonra yaptığı ilk iş o öğrenciyi aramak olmuştu. Belki de adam gerçekten diğerlerini öldüren aynı kişi tarafından öldürülmediği için bu dava onu bu kadar huzursuz ediyordu. Ferdi’nin hocasını tehdit ederek sınıftan fırladığı o günden beri raporlu olduğu anlaşılıyordu. Öğretmenlerin çoğu çocuğun başına gelenlerden kendisinin sorumlu olduğunu düşünür gibiydi. Dört öğretmenden üçü çocuğu anlatırken serseri, tembel, işe yaramaz kelimelerini kullanmıştı. Ama Kerim Ferdi’yi şimdiden tanıyordu. Bu yaştaki bir çocuğun özellikle büyüklerin tepkisini toplaması, onları kızdırması çok kolaydı, çünkü onlar da çocuğu kızdırıyorlardı.
Kerim şimdi önünde durduğu bu eve bakarken çocuğun nasıl biri olduğunu düşündü. Belli ki zor şartlarda büyümüştü. Hep parasız, hep bir adım geride kalmak zorundaydı. Ama o buna karşı çıkmıştı. Kendi kurallarını koymuş, kendi mahallesinde kendi arkadaş grubunu kurmuştu. Ergenlik çağına gelince de mahallenin belalı tiplerinden biri olup çıkmıştı. Aslında hem yaşından çok küçük, hem de yaşının gerektirdiğinden çok daha büyüktü. Başkalarının sessiz sedasız kalacağı durumlarda tepki veriyor, çabuk öfkeleniyor, ancak özellikle öğretmenlerini kudurtacak konularda birden olgun, genç bir adama dönüşüyordu. Rehberlik hocası çocuğun ne kadar belalı biri olduğunu anlatırken Kerimin dikkatini çeken şey , aslında çocuğun kimsenin canını yakmamış olmasıydı. Sadece başka insanları kızdırıyordu. Okul ya da öğretmenleri kafasına takmıyordu.
Onun hayatında formüllerden çok daha büyük dertler varken, dersi dinlemek niye umurunda olsundu ki?
Kerim bu yaşlardaki bir çocuğun, hele ki Ferdi’nin karakterindeki bir çocuğun gururunun kırılmasının nelere mal olabileceğini biliyordu. Bilmediği şey çocuğun gururunu kurtarmak için ne kadar ileri gidebileceğiydi. Eve girmeden önce Derya’ya telefon açıp durumu anlattı. O sırada kapısına dayanmış iki ulusal kanal muhabirini başından atmaya çalışan kadının sesi sabrının sınırlarında olduğunun habercisiydi.
İki polis geometrik desenli ferforje kapıdan içeri girerken onları zincirin ucunda kendilerine ulaşmaya çalışan kocaman bir çoban köpeği karşıladı.
Hasan Hüseyin yerinden sıçrayıp kapıdan bir metre kadar uzaklaştı. “Kerim ağabey, korku filmi gibi oldu buralar.” Kendini toparlayıp köğeğe uzak durmaya çalışarak içeri girerken devam etti.“Gece yarısında sokaklardan ölü topluyoruz, sorgulamaya gittiğimiz evlerde kocaman itlerle burun buruna geliyoruz. Bir köşeden de manyağın biri elinde testereyle çıkıverse tam filmiz.”
“Allah’tan büyük şehirlere tayinimiz çıkmıyor be Hasan Hüseyin. Oralarda durmadan bunlarla uğraşıyor insanlar. Ömrünün her gününü böyle geçirdiğini düşünsene.”
“İnsan en sonunda kafayı üşütür be ağabey.”
Kapıya ulaştıklarında Kerim birkaç kere zili çaldı. Eldivenli ellerini hohlaya hohlaya birkaç dakika beklediler. Mavi boyalı Demir kapının diğer tarafından minik, hızlı adımlar duyuldu. Kapı aralığından kucağında başka bir çocukla on iki – on üç yaşlarında bir kız çocuğu çıktı.
Kerim üstü başı dökülen kıza baktı. Kerdeşininki gibi zümrüt yeşili gözleri bir ayrı kederli bakıyordu sanki. “Ağabeyin evde mi kızım?” Kızın soruyu cevaplamasına kalmadan kapıda neredeyse Hasan Hüseyin ile aynı boyda, ondan daha yapılı, otuzlu yaşlarda bir delikanlı belirdi. Adamın üzerinde sırf pijama altı bir de önü lekeli, eski bir kazak vardı.
“Ferdi Günbeğen?”
“Ben ağabeyi olurum. Bir şey mi vardı?”
“Kendi evde yok mu?”
“Ne yapacaksınız Ferdi’yi. ” Kerimi yanındaki memuru zapt etmeye fırsat bulamadan Hasan Hüseyin bir adım öne çıktı. ‘Yine horozlanacak’ diye geçirdi Kerim içinden. “Arkadaşım, ben polis memuru Hasan Hüseyin, bu Baş komiser Kerim, şu belimde gördüğün de devlet babanın bana vermiş olduğu yetki. Devletin polisiyle adam gibi konuş.” Kapıdaki adamın şaşırmış gibi bir hali yoktu. O da ayağında terliklerle kapıdan bir adım dışarı çıktı.
“Devlet baba durmuş durmuş da şimdi mi aklına düşmüşüz? Hem polisin ne işi olurmuş on yedi yaşında lise talebesiyle. Derdinizi bana bir deyin önce.”
Kerim araya girmezse işlerin yoldan çıkacağını fark etti. Deli bozuk Hasan Hüseyin yiğitliğe toz kondurmamak için geri adım atmazdı, kapıyı şimdi arkasından kapatmış bu adamın da onlardan korkacağını hiç sanmıyordu. Onlar orada didişe dursun, pencereden birileri dışarıyı izliyordu. Eğer olay daha da büyürse olası bir zanlıyı ellerinden kaçırma ihtimalleri vardı.
“ Hasan Hüseyin sen dur hele.” İki adamın arasına girdi. Sesini mümkün olduğu kadar sakin tutmaya çalışarak devam etti. “Sen de sakin ol aslanım. Biz okuldan geliyoruz, Şeref Eren’i araştırıyoruz. Geçen hafta kardeşinle bir olayları olmuş herhalde. Bir de kardeşini dinlemek için geldik. Tutanak filan tutulmayacak, sadece sohbet edeceğiz.”
Adam söylediklerini duyunca durakladı. “Komiserim öyle desene. ” Adam kapıyı açıp her ikisini de buyur etti. “Borç diye her Allahın günü birileri kapıya dayanıyor,siz de öyle geldiniz zannettim.”
*
Yaklaşık iki saatin sonunda evden çıkarken Kerimin aklı öncekinden daha beter karışmış durumdaydı. Evde 4 Kardeş kalıyordu. Ağebey Yusuf, kardeşi Ferdi, bir ufağı - kapıyı açan – Zeynep, kucağındaki Mert. Anne ve babaları dört sene önce ölmüştü. Ağabey anne baba ölünce evi sırtlamıştı, senelerdir Devlet Hastanesinin önündeki taksi durağında taksicilik yapıyordu.
Ferdi, anasız babasız geçmiş bir ergenlik döneminin ortaya çıkardığı, hayata öfkeli, kapışmaya hazır bir çocuktu. Her ne kadar parlamaya hazır gibi görünse de, Kerim öğretmenini öldürebilecek biri olduğuna bir dakika bile inanmamıştı. Onu asıl düşündüren çocuğun ağabeyiydi. Kardeşlerine baba gibi sahip çıkan genç adam, tam da Deryanın çizdiği profile uyuyordu. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, asabi, sinirlerini zor zapt edebilen geç bir adam. Üstelik cinayet için geçerli bir sebebi de vardı. Kerim sohbet eder gibi önceki gece nerede olduklarını da sormuştu. Yusuf takside gece nöbetinde olduğunu, kendi evde olmadığı için çocuklara Ferdi’nin baktığını anlatmıştı.
Kerim, öğretmenin öldüğüne hiç değinmeden sorular sormuştu. İki kardeş de çok öfkeliydiler. Ferdi hocayı kızdıracak bir şey yapmadığına yeminler ediyordu. Sadece arka sıradaki arkadaşına kağıt fırlatmıştı. Hocası onu görmüş, yanına gelmiş, önce bağırıp çağırmış, arkasından hırsını alamayıp vurmaya başlamıştı. Ferdi de sınıftan çıkarken adamı tehdit etmekten geri kalmamıştı. Arada sırada vitrinde duran ana babasının fotoğrafına bakıyor, “Ben de rapor aldım” diyordu. Dava açacağım. Elinde avucunda ne varsa alayım da görsün gününü. Ferdi köpürürken ağabeyi de sessiz duramıyordu. Çocuğu gibi bakıp büyüttüğü kardeşinin suratındaki morluklara baktıkça öfkesi yeniden alevleniyordu.
Yalnız Kerimi düşündüren bir nokta, ikisinin de adamın yaşıyor oluşuna verdikleri tepkilerdi. Kesinlikle hiçbir şey. Yalan söyler gibi bir halleri yoktu. Konuşurken duraksamıyor, tedirginlik göstermiyor, ya da Kerimle Hasan Hüseyin’in varlığından huzursuz olmuyorlardı. Kerim her bir hareketlerini dikkatle izlemişti. Haksızlığa uğramış iki insan vardı karşısında, ya da çok iyi yalan söyleyebilen iki uzman. İkinci seçeneğin doğruluk ihtimali oldukça zayıftı. Yine de ne taraftan bakılırsa bakılsın, iki kardeş, özellikle deYusuf zanlı listesinde ilk sıraya yerleşiyordu. Şimdi Kerim’in tek düşünebildiği elindeki sorularına aldığı hiçbir cevabın kendi istediği cevaplar olmadığıydı.
*
Üç polis ancak ertesi gün öğleye doğru emniyet müdürlüğünün kapısında karşılaşabildiler. Hava biraz daha sıcaktı. Kar serpiştirmeye başlamıştı. Derya önceki günden daha kötü durumda gibiydi.
“Hastaneye, Ayvazla konuşmaya gittim. ” dedi merdivenleri çıkarken.
“Ee var mı bir gelişme?”
“Dün gece maktule dikkatli bakmamış sanırım, çünkü adını söyler söylemez adamı tanıdı. Adam kız kardeşinin dersine giriyormuş, bir iki defa veli toplantısında karşılaşmışlar. ”
“o nasıl tanıyor adamı? ”
“Senin telefonda anlattıklarına benzer şeyler söyledi.” İkisi birlikte odaya girdiler. Derya kabanını askılığa asıp sandalyesine yığılır gibi oturdu. Çok yorgundu.
“Şimdiye kadar okulda bir problemleri olmamış. Derslere düzenli gelip giden, öğrencileriyle tek tek ilgilenen bir hocaymış. Bir de en son geçen ay görmüş galiba. Adam meğer hastanede staj yapan iki çocuğa burs veriyormuş. Hatta derslerinde yardımcı olabilmek için çalıştırıyormuş. Bir tanesini evlat edinecekmiş galiba. Onların yanından ayrılırken karşılaşmışlar. Ayvaz kızın okuldaki durumunu sormuş. Şeref de ayaküstü geçiştirmiş. Ayvazın dediğine göre son zamanlarda kardeşi adamdan fazlaca şikayet edermiş zaten. Geçen hafta öğrencilerden birini hastanelik ettiğini anlatmış.”
“Anlamıyorum böyle adamlar nasıl öğretmenlik yapıyor. Kimse şikayet etmeyi aklından geçirmemiş mi şimdiye kadar. Çoluk çocuğumuzu nasıl yerlere emanet ediyoruz böyle?”
“Dediğim gibi adam son zamanlara kadar sorunsuzmuş.”
“Ne bileyim Derya, bu günkü çocuğun halini görmen lazımdı. Anası babası yok. Ama bu çocuğun kimi kimsesi yoksa devlet de mi yok? Niye kimseler müdahale etmemiş bu adama. Niye kimseler ellerinden tutmamış. Şu halleri gördükçe… Hani neredeyse katile hak vereceğim geliyor.” Her ikisi de meseleyi düşünürken uzunca bir sessizlik oldu.
“Daha da ilginci” dedi Derya , “Ayvaz Ferdiyi de tanıdı. Acilde pansuman yapılırken o da bir hasta bırakmaktaymış. Çocuğun hali çok kötüydü diyor. Arkasından da boyuna son zamanlarda neler oluyor millete muhabbeti yaptı. Dediğine göre neredeyse her ay bu kadar kötü tartaklanmış çocukları tedavi ediyorlarmış. Aralarında aileleri tarafından dövüldüğünden şüphelendiği çocuklar da varmış. Geçen ay da ambulansla altı yaşında başka bir çocuk getirmiş hastaneye. Çocuk Mevlana mahallesinden hastaneye kadar sayıklamış. ‘Baba vurma’ diye sayıklaması hala kulaklarımda çınlıyor dedi. ”
“Madem öyle, o hergele ne demeye el atmamış olaya? Madem ailesinden dayak yemiş küçük çocuklar geliyor, o ne demeye ses çıkarmamış.” Kerim sabahtan beri ilk defa sesini yükseltiyordu. Onun çocuklarla ilgili hassasiyeti daha fazlaydı. Kerim ve karısı on beş senelik evlilikleri boyunca çocuk sahibi olmak için tedavi görmüşler, ancak sonunda anlaşarak evliliklerini bitirmişlerdi. İşte bu yüzden çocukların söz konusu olduğu durumlarda fazlasıyla hassastı. Kendisi çocuk sesine hasretken bu nimete kavuşmuş olan insanların hoyratlığına öfkeleniyordu.
“Bilmezmiş gibi konuşma Kerim, ne diyebilecek, dese de ne faydası olacak ? Ailesinden alsan o çocuğu, kim sahip çıkacak ki? Gittiği yerde daha kötü olmayacağının garantisini kim verecek?”
Onlar aralarında konuşurken içeri Kevser girdi. Kevser büronun masa başı görevlisiydi. Derya ilk geldiği günden beri bu biraz sakar, sessiz kızı çok sevmişti.
“Otopsi raporu geldi amirim. Darp, kırk yedi bıçak darbesi.Ölüm sebebi kan kaybı. Önceki vakalarla birebir aynı . Hasan beyin de selamları var, bir de ‘Ona yaptığım iyilik sondur, bir daha da yemeği söylemeden ona iş filan yapmayacağım. ’ dedi. ”
“İstediği yemek olsun. ” Kerim dosyayı incelemeye başladı.
Dosyayı okurken ıslık çaldı. “Kırk yedi kere bıçaklamış adamı. Canı kalmadığı halde vurmuş. Neye sinirlenmiş ki bu kadar. Derya bunda daha şahsi bir şeyler var. Kimse tanımadığı bir adama bu kadar öfkelenemez. İsmini en tepeye yazmaktan hiç hoşlanmıyorum ama Yusuf tam da bu işi yapacak bir adam gibi duruyor. Profile uyuyor, cinayet için sebebi var. Yarın ilk iş aldırıyorum sorgu için.” Bir sayfa daha açtı. İkinci kere ıslık çaldı. “Kan değerlerine bak, adam öldürülmese alkol komasından gidecekmiş zaten.”
Kerim dosyaya dalarken Derya da bilgisayarında önceki olay yeri fotoğraflarını incelemeye koyuldu. Kerimle dün konuştukları aynı şeyleri kafasında evirip çeviriyordu. Bir şeyleri gözden kaçırıyordu. Gece uyku tutmamıştı düşünmekten, bir şeyleri atlıyordu ama neyi?
Birden beyninde şimşekler çakmaya başladı. Neyi atladığını adı gibi biliyordu. Nasıl da görememişlerdi? Bu kadar yıllık tecrübesi var diye kasım kasım kasılıyordu bir de. Kendi kendine küfretti.
“Kerim.. Şeref’in arabası var mıymış?”
“Evet, Beyaz, doksan model Şahin. Niye sordun?”
“Arabayı bulabildiler mi peki? ”
“Bulundu. Evine 100 metre kala bir yerde park etmiş. O kadar sarhoşken oralara kadar nasıl gelebilmiş hayret doğrusu. ”
“Evine yüz metre kala arabadan inip yürümüş mü yani? Gecenin ayazında, sarhoş haliyle. ” Bir yandan ekrana bakıyor, bir yandan da önündeki kağıda hızla bir şeyler karalıyordu. Kerim kadının tavırlarındaki değişikliğin farkındaydı.
“Ayılmak, biraz hava alıp rahatlamak için arabadan inmiş olamaz mı? Hey hey, nereye Derya?”
Derya askılığa attığı kabanını sırtına geçirmişti. Az evvel bir şeyler yazdığı kağıdı kabanının cebine tıkıştırdı. Yorgun halinden eser kalmamış gibiydi. Belindeki beylik tabancasını kontrol ediyordu. Kapıdan çıkmak üzereydi. “Kerim aklıma bir şey geldi. Doğruysa zanlıyı bulduk demektir. Yok eğer yanlışsa… gerisini o zaman düşünürüz. Benden haber bekle olur mu? ”
Kadın kapıdan çıkarken Hasan Hüseyin kendi kendine söylenmeyi ihmal etmedi. Büyük şehirlerden gelenler hakikaten dengesiz oluyorlardı.
*
Derya şehir trafiğine normalden otuz kilometre daha hızlı girdi. Aklının içinde fikirler, teoriler uçuşuyordu. Kerimin söylediği bir söz, ve ekranda gördüğü iki ayrıntı kafasındaki yapbozu tamamlamıştı. “Bu olayda kişisel bir şeyler var” demişti Kerim. Haklıydı da, diğerleriyle aynı adamı arıyorlardı. Ama bu defa kurban istisnaiydi. Katilin davranışını belirli şekilde etkileyen bu değişikliğe ancak şahsi bir problem yol açabilirdi.
Aklındakileri sırasıyla yaparsa ve tabi şansı da yaver giderse, bir buçuk iki saat içinde katili yakalayabilecekti.
Önce tek tek kurbanların yaşadığı mahallelere gitti. Her bir evin kapısını çalıp aile fertleriyle tek tek konuştu. Özellikle çocuklarla. Her evde karşısına küçücük, tertemiz yüzler çıkıyordu. Babalarını kaybettikleri halde sağlıklı, mutlu küçük yüzler. Her birine aynı soruları soruyordu. Bıkmadan , usanmadan . Önce annelere, ardından çocuklara hep aynı soruları sorup, neredeyse aynı cevapları alıyordu.
Şimdiye dek hep kurbanları araştırmışlardı. Nerelere gittiklerini, nerelerde yaşadıklarını, mesleklerini, nasıl insanlar olduklarını. Ortaokulda hangi öğretmenden ders aldıklarına varıncaya dek her bir ayrıntıyı didik didik etmişlerdi. Aralarında en küçük benzerlik, yollarının kesiştiği tek bir nokta bulmak için çabalayıp durmuşlardı. Ama hiç birinin aklına ailelerini araştırmak gelmemişti. Evlerinin içine girmek, nasıl insanlar olduklarını bir de onlardan dinlemek hiç akıllarına gelmemişti.
Bir de, mutlaka yollarının geçtiği ikinci ortak noktayı atlamışlardı. Hayatları, meslekleri, maddi durumları baştanbaşa farklı bu beş adamın bir şekilde yolunun düştüğü tek yer vardı. Hastane. Adamlar şehirlerarası otobüse bile farklı mevkilerden biniyorlar, ama sağlık ihtiyaçları için hep aynı yere gidiyorlardı.
Derya uğramayı düşündüğü son yere de gidip beklediği cevapları aldığında, geriye tek bir iş kalıyordu. Altı aydır şehirdeki her eve korku salan kişiyi tutuklamak.
Hemen Kerim’e telefon açtı.
“Kerim haklıydın!”
“Tabi ki haklıydım. Hangi konuda?
“ Bu adamların ortak noktalarının ne olduğunu bulmaya çalışıyorduk. Beş adam, tek bir ortak özellikleri vardı.”
“Cinayet şekli dışında fazla bir şey bulamamıştık ki. Hepsi kırklı yaşlarda, işinde gücünde sıradan aile babaları.”
“Tam üstüne bastın ortak. Katil sadece sıradan aile babalarını öldürüyor. Kendi babasını yani, her seferinde yeniden. Bir de araba meselesi var. Adam gecenin ayazında neden evine yüz metre kala dursun. Ve tabi o durumda oraya kadar nasıl gelsin. Yanında tanıdığı biri vardı. Onu evinin yolu üzerinde arabadan indirip karanlık sokağa yürüten ve adamın da hiç şüphelenmeyeceği biri.
Ben yarım saat içinde hastanede olurum. Başhekimle konuştum. Yanında da bizim çocuklardan emniyetin spor salonunda karate dersi alan üç tanesini getirirsen iyi olur. Her birini hastanenin bir kapısına yerleştirelim. Bir de gömleğinin içine çelik yelek giymeyi unutma. Bu gün bu işi çözüyoruz.”
“Dur deli dur. Bir şey anlamadım. Noluyor, kimi alıyoruz?” “Gelince görürsün. Çocuklar da sen de çelik yelek giyeceksiniz unutma.”
*
Akşam haberlerinde spiker tam 13 dakika boyunca şehirden bahsetti. Haberlerde söylenene göre saldırgan yine aynı profilde bir kurban seçmişti. Yaralının son durumu hakkında resmi bir bilgi alınamamıştı ancak bazı kaynaklar hastanın komadan çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyordu. Haberlerde ara ara kameraların arasından hızla yürüyen, dalgalı kumral saçlı, uzun boylu bir kadın görünüyordu. Kadın yorum yapmadan arabasına binip uzaklaşıyordu.
Şimdi bütün hastane üçüncü kattaki özel odada yatan hastayı konuşuyordu. Hastanın adı sır gibi saklansa da adamın ağır yaralı olduğu fısıltı halinde bütün hastane personelinin dilindeydi. Odanın kapısında ızbandut gibi bir polis memuru bekliyordu. Koridorun başındaki asansör sadece hastane personeli tarafından kullanılabiliyor, hiç kimse odaya yaklaşamıyordu. Polis de sadece ihtiyaç gidermek için yerinden ayrılıyordu.
Gece üç sıralarında, kapıda bekleyen polis yorgunluğa yenik düştü. O da hastanenin geri kalanıyla birlikte uykudaydı. Bu yüzden sessiz adımlarla yanına süzülen adamı fark etmedi bile. Uzun boylu adam polise iyice yaklaşıp elindeki pamuğu polis memurunun yüzüne bastırdı. İki uykulu nefes sonra polis memuru devreden çıkmıştı bile.
Uzun gölge sessizce kapıyı araladı, yatakta yatan adama baktı. Yüzündeki ifadeyi çözmek güçtü. Pişmanlık duyuyor gibiydi, belki de yapmak üzere olduğu şey şimdiden onu rahatsız ediyordu. Ama gözleri bambaşka şeyler söylüyordu adamın. Öfkeliydi genç adam. Hasta yatağının yanı başındaki sandalyeye oturdu. Loş ışıkta yatakta yatan adamın yüzünü seçemiyordu. Odada duyulan tek ses solunum cihazının pompasının inip kalkarken çıkardığı hışırtı ve medikal cihazların çıkardığı ritmik seslerdi.
“Bunu sana niye yaptığımı merak ediyorsundur diye geldim… “ dedi “Başladığım işi yarım bırakmak adetim değildir bilirsin, senin işini de yarıda bırakmayacağım. Ama ölüp gitmeden önce sebebini bil istiyorum. Dinlemiyor gibi görünsen de bilinç altında beni duyduğunu biliyorum. O yüzden anlatacağım!”
“Gün boyu hastaneye gelen o kadar çok insan var ki” dedi genç adam oturduğu yerden. Sesi çatallıydı. Ağlamamak için kendini zor tutuyor gibi bir hali vardı.
“Sabahtan akşama kadar bir sürü insan geliyor buraya. Her birinin başka başka dertleri var. Hepsi çare bulmak için geliyor. Ama herkese yardım edemiyorsun. Büyüklere çok fazla acımamayı öğreniyor insan zamanla. Ama çocuklar… Buraya geldiklerinde yardım bekledikleri tek insan sensin. Anne babalarını bile görmez oluyorlar bazen. Uzun geceler hasta yatağında yatarken yanı başlarında bir tek sen oluyorsun.
O kadar minikler, o kadar çaresizler, o kadar korunmaya muhtaçlar ki.” Sesi karıştı. Belli ki artık kendini tutmaya çalışmaktan vazgeçmişti.
“Ben çocukken… Evimi, annemi çok özlüyordum. Beni yuvaya oraya bırakan adamı değil ama annemi ve ağabeyimi çok özlüyordum. Kötü yerdi yetiştirme yurdu. Anneler hiç anne gibi değildi, müdür baba da baba gibi değildi zaten. Yaramazlık yaparsan dövüyorlardı, oyuncakları kazayla da olsa kırarsan aç kalıyordun, kavga edersen karanlık odaya kilitleniyordun. Hiç sevmedim orayı hiç!
İnsan çocuklara nasıl bu kadar kötü davranabilir? Buna en iyi senin cevap vermen lazım! Karşı koymaya kuvveti yetmeyen ufacık şeyler onlar. Büyüseler bile, insan kendinden daha küçük birini nasıl bu kadar hırpalayabilir?
Her hafta başka başka çocuklar getirdiler buraya. Kolları yara bereyle, küçücük yüzleri sararmış çürüklerle dolu bir sürü çocuk. Babaları gözlerimin içine bakıyordu her seferinde, çocuklar da babalarının yüzüne. Korkuyla bakıyorlardı. Bir daha ne zaman dayak yiyeceklerini merak eder gibi bakıyorlardı. Benimse elimden hiç bir şey gelmiyordu. Ne yapabilirdim ki? Kime şikayet edebilirdim, nasıl yardım edebilirdim ki? Onları kendi ellerimle yine canlarını yakan adamlara teslim ediyordum. Kim bilir kaç gün sonra yeniden bu hale geleceklerini bile bile hepsini geldikleri yere gönderdim.
Sonra bir şeyler yapmaya karar verdim. Hiç olmazsa hayatlarını birazcık neşelendirebilecek bir şeyler. Her gün çocuklarını ellerinden tutup bana getiren o pis heriflerini canını yakmak istedim.
Hani sen de hep derdin ya, ‘Her insan kendisi kadar başkalarından da sorumludur’ diye. Bu nasihatini hiç unutmadım ben. Verdiğin hiçbir nasihati unutmadım aslında. Babam gibiydin sen benim. Beni yetiştirme yurduna bırakan babamdan, beni karanlık odaya kapatan müdür babamdan farklıydın. Gerçek babamdın.
Sonra sen de değiştin! ” ağlamaklı sesi birkaç ton yükseldi. Artık üzüntü değil öfkeyle konuşuyordu.
“Buraya senin dövdüğün o çocuğu getirdiler. Benden birkaç yaş küçük bir çocuk. Senin oğlun olacak yaşta bir çocuk. Nasıl oldu da, vurabildin ona? Kendi babanın yaptıkların anlatırdın hep! Seni nasıl dövdüğünü anlatırken gözlerin dolardı. Aynı şeyleri! Aynı şeyleri başka birinin çocuğuna sen nasıl yapabildin?!!
İşte bu yüzden seni bulmaya geldim. Altı aydır her gece içmeye gittiğin öğretmen evinin kapısında çıkmanı bekledim. Yalpalayarak çıktın, arabaya bindin. Yardımına koştum ben de. Nöbetten eve dönerken görmüştüm seni. O kafayla ‘Ne nöbeti’ diye sormayı bile unuttun. Evine gelen yolda konuştuk, konuşmamızın tek bir kelimesini bile anlamadın. Ben sana anlattım ama sen dinlemedin bile. En sonunda çocuğu niye dövdüğünü sorunca da güldün. Hatırlamıyordun bile! Canını yaktığın o çocuğu hatırlamadın bile.” Öfkeyle yerinden fırladı. Elinde kocaman sustalı bir çakı vardı.
“Allah senin de belanı versin! Bir de sana baba demeye niyetleniyordum! Beni de döver miydin o çocuk gibi? Babanın seni dövdüğü gibi, senin o çocuğu dövdüğün gibi beni de hastanelik eder miydin sana baba deseydim? Allah belanı versin! Allah belanı versin!”
Çakıyı hırsla yataktakine sapladı. Tekrar tekrar, yorgun düşünceye kadar sapladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da bıçağını indiriyordu.
Ve birden soğuk hastane odası bembeyaz ışıklarla aydınlandı!
Mengene gibi kollar yataktaki adamın üzerine kapanmış çocuğu yakaladı. Çocuk kıpırdayamadı. Nefes alamadı. Sadece ağlıyordu. Yatakta çarşafın altına gizlenen yastık delik deşik olmuştu.
Polis memurları bileğine kelepçeler takarken Derya çocuğa baktı. Yirmi değil, kırk yaşındaydı sanki. Öylesine yorgun, öylesine bezgin görünüyordu. Sonra bir ara, gözyaşı içindeki yüzünde on yaşında kimsesiz bir oğlan belirip kayboldu. Ölen babasını ardından ağlayan yetim bir çocuk.
Kerimin ve Hasan Hüseyinin yüzündeki ifadeyi görmemek için arkasını döndü. Onların da kendisi gibi ağladıklarını bilmek için gözlerini görmesine ihtiyacı yoktu. Unuttuğu yorgunluğu birkaç misliyle birden yeniden omuzlarına çöktü.
Ömründe hiçbir zaman yaptığı işten şimdiki kadar nefret etmemişti.

SON



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder