27 Eylül 2010 Pazartesi

Uzaktan

Su yüzüne dağılıp, elin sahibinin sözünü dinlemeden kendi başına resimler yapan ebru boyası gibi, süzüle süzüle pütürlü tavana resimler çizen sigara dumanına takılıp kalıyor gözlerim. Sigaranın kokusundan başka koku almak mümkün değilken, kim bilir hangi anıdan kalma taze yaprak kokusu alıyorum. Taze yaz akşamının deniz tuzuyla karışık çimen kokusu... Birkaç saniyeliğine buluttan şekiller çıkarır gibi inceliyorum dumanı, bir yıldız görüyorum belli belirsiz, sonra da gözleri bile yerli yerinde kıvrım kıvrım bir yılan. Kıvrımlardan yılandan başka şekil çıkarmak da mümkün değil ki zaten diye gülmek geliyor içimden. Fikri aklıma düşer düşmez siliniyor aklımdan gülüşümün solgun gölgesi.

“Eşşek kadar adamsın ” deyişini duyuyorum birilerinin. “Bırak bu işleri artık.” Bırakıyorum.


Ağır ağır yüzüme yerleştiğini bildiğim o suskunluk, düşüncelerime de yerleşiyor. Bomboş gözlerle bakıyorum tavana. Derken zihnim kayıp gidiyor oradan, gözlerim hala tavanda, aklımın bir ucu yine o odadayken aklımın diğer ucu uzaklaşıyor benden. Dünya üstünde geçirdiğim onca senenin hesabını yapıyorum kendi kendime. Doğum günüm yakın olduğundan değil, senelerin hesabını tutmak ancak aklıma geldiğinden. Ömrüm boyunca her şeye hep geç kaldığımı daha önce de düşünmüşlüğüm var aslında, aklımın o sırada odada olan kısmı tavandaki örümcek ağına takılmışken, orada olmayan diğer kısmı yeniden düşünüyor aynı şeyi.

Roman kahramanlarından en çok Martin Eden’ı seven, çayı iki şekerli içen, bana benzeyen, benim gibi görünen, adı bile benimle aynı bir dostun yoluna düşüyor aklım. Hep gülümseyen, herkese şen görünen, ama nedense benim gördüğüm her gülüşü gözyaşına benzeyen dostumu ne zamandır düşünmemiştim? Aklımın ne buradaki, ne de uzaklardaki kısmı cevap veriyor. Çok zaman olmuş. Her senenin başında oturup ciddi ciddi artılarını, eksilerini yazdığı listeyi düşünüyorum. Sonra, onun listesiyle, bir çırpıda toparlayıverdiğim kendi listemi karşılaştırıp; nelerin eksik, nelerin fazla olacağını hesaplıyorum. Ondan fazla neyim var hayatta? Ev? Araba? Çocukluk hayalleri?


Çocukluk lafını duymaya görsün, benden uzakta olan tarafım koşmaya başlıyor son hızıyla.
Aklımı, seneler kadar uzakta, çocuk sesleriyle çınlayan bir sokak arasında yakalıyorum. Şen şakrak oyunlar, tek kale maçlar ve her oyunun sonunda gözyaşı olduğunu hatırlıyorum. Gerçekten hatırlıyor muyum, yoksa yine uyduruyor muyum? Gerçekle hayal birbirine giriyor. Artık boşalmış sokağın diğer çocukların girmeye korktuğu karanlık bir köşesinde, ucu patlak cırt cırtlı spor ayakkabısı, çizgili t-shirtü içinde, kumral saçlı çelimsiz bir çocuk oturuyor. Dirsekleri yaralı dizlerinin üzerinde, toz toprak içindeki ellerini çenesine yaslamış, eve gitmek için karanlığın biraz daha çökmesini bekliyor. Eve gecikecek ama aldırmıyor, ‘..hep geç kaldın zaten…’ gözleri yerde bir şeyler düşünüyor. Dilimin ucunda tuz tadı var. Ben de düşünüyorum, ne düşündüğünü hatırlayamıyorum.

Ama beş sene sonra, gecenin üçünde yatağına uzanmış duvardaki saatin tiktaklarını izlerken ne düşündüğünü hatırlamama gerek yok. O sırada saati, ne yanı başında uyuyan kardeşinin düzenli nefeslerini , hiçbir şeyi duymuyor. Sadece düşünüyor. Gözlerinin altında kocaman kahverengi halkalar var. Kitaplığın en arka kısmında, ev ahalisinden gizlenmiş defterler dolusu resmi ve yatağın altına sokuşturduğu matematik defterin arasında da üzerinde kırmızı kalemle ‘ZAYIF’ yazan karnesi. Aklından geçenleri hatırlamama gerek yok, bulutlu mavi gözlerinden okunuyor.

Yolları düşünüyor. Bahar karının altında kömürden bir yılan gibi uzanıp giden simsiyah yolları. Uzakları düşlüyor. Kendisi için bütün dünya demek olan ne varsa hiç sayan bu yerden gitmek istiyor. Aklı bir an uyuduğu odaya dönüp te kardeşinin nefeslerini duyunca, yolları düşünmekten vazgeçiyor. Soğuk odayı bir ara ısıtıp sonra küle dönmüş resimlerini düşünüyor, olsun diyor, bir daha çizerim. Burnumun direği sızlıyor.
“Eşşek kadar adam oldun. Bırak bu işleri.”

“Allah’ım” diyor içinden. Ne erkek ne de çocuk sesine benzeyen o karaktersiz gıcırtıdan nefret ettiği için hep içinden konuşuyor. “Allah’ım yardım et.” Aslında hayatta hiçbir şeye inanmıyor. Ne insana, ne sevgiye, ne iyiye, ne de kötüye. Ama bir şeylere inanmaya ihtiyacı var. Onun anlam veremediği, çevresindekilerin de anlayamadıklarından emin olduğu bir sürü şey varken, bütün bu karmaşayı anlayan birileri olmalı… İsyan etmek aklından geçmiyor, her şeyin bir anlamı olduğundan emin. Ama ne? Sabah dek, aklımın bu günde kalan kısmının tavanda gördüklerine benzer şekillerle oyalıyor kendini. Ertesi gün yeniden okula döneceğini, kendini anlayan tek insanı, yazarlardan en çok Jack London’ı seven, çayı kendi gibi iki şekerli içen, kendi gibi konuşan, kendi gibi yürüyen adaşıyla, dünyadaki tek dostuyla konuşabileceğini düşünüp teselli buluyor. Ertesi gün boş kalan sıradan değil, sınıf öğretmeninden öğreniyor dostunun kendini hep çağıran o uçsuz bucaksız yollara onsuz çıktığını.
Kendisinin yine geç kaldığını…


Boğazımın acısıyla bu güne dönüyorum. Gözlerim yanıyor, yanması odayı kaplayan dumandan mı kestiremiyorum, midemin üst kısmından boğazıma yükselen sıkıntının açlıktan olup olmadığını kestiremediğim gibi. Bir sonraki sigara yanan kibritin kokusuyla ilk nefesini veriyor.
Yirmi yaşındaki hayaletim beliriyor gözümde, ayak bileğindeki zincirin farkında olmadan aralık kafes kapısından salıverilmiş yabani kedi yavrusu gibi, korka korka gerçek hayata ilk adımını atan bir çocuk. Şaşkın , ürkek… Heyecanlı. Resimleri defter aralarından masa üstlerine çıkmış, her akşam kapandığı küçük öğrenci odası boyalarla dolu. Hiç sevmediği derslere girip, ucu ucuna geçtiği sınavlara çalışırken aklı boyalarında.

Derken, bir gün kendisinin birkaç gün sokakta yatmış haline benzeyen bir adamla burun buruna geliyor üniversitenin sessiz koridorunda. Neredeyse varlığıyla birlikte ona duyduğu küskünlüğünü de unutmuş olduğu can dostuyla birden bire karşılaşıveriyor. Bundan seneler evvelki ben, benim şimdiki halime çok benziyor. Tertemiz tıraşlı saçlar, ütülü, jilet gibi giysiler. Koltuk altında kitaplarla, sessiz sedasız bir genç. Önce şaşkınlıkla bakakaldığı, sonra küskünlüğe filan boş verip hasretle sarıldığı can dostuysa ondan alabildiğine farklı.

Arkadaşının yüzü hala kendisine benziyor, hala kendi gibi yürüyüp çayı hala iki şekerle içiyor ama darmadağınık, kirli saçları ve mutlak bir düğmesi eksik okul üniformasıyla, hep konuşan, hep yazan, hep okuyan ergen değil artık karşısındaki. Karmakarışık kumral saçları artık omuzlarına kadar uzanıyor. Kirli sakalı yüzünü gizlerken gizleyemediği mavi gözlerinden yine o eski keder okunuyor. Ama artık gülüşü daha sessiz, konuşması daha sakin. Gülümsemesi biraz daha yakın gözyaşına.


Daha evvel burnuma gelen tuzlu deniz kokusunu yeniden duyuyor bu günde takılıp kalmış aklım. Seneler evvelindeki yarısı yüzünden durduğu yeri şaşırmış gibi, bir an bu gün de o sahilde, yan yana oturan iki arkadaşı görür gibi oluyorum. Duruşları birbirine benzediği halde görünüşleri bambaşka iki arkadaştan solgun olanı anlatıyor. Evinden kaçtıktan sonra yaşadıklarını, sokaklarda, parklarda uyuduğunu, evsizlerle birlikte sarhoş olup naralar attığını anlatıyor. Uyuşturucuya başlamasını, ilk kez sokakta, yine sokaklarda yaşayan bir kıza aşık olduğunu anlatıyor. Ayık olduğu zamanlarda ya uyuşturucu parası için hırsızlık yaptığını, ya da sahafları dolaştığını anlatıyor. En sonunda, bir sahafın içinde, kitap kokularını içine çekerken açlıktan bayılıp kaldığını, ve kendisini hastaneye yetiştiren yaşlı rum kadının yanında nasıl işe başladığını anlatıyor. Onun da yardımıyla nasıl yazdığını anlatıyor… O günden beri yazdığını, ilk zamanlarda yüzüne kapanan kapıların artık aralandığını, yakında basılacak olan kitabını anlatıyor.
Onun anlattıklarını dinleyen genç suskun…

yanında duran genç adama kızmakla, hayran olmak arasında kalakalmış, ne birine, ne ötekine karar veremediği için suskun… parmak uçlarındaki boyaya bakıyor, utanıyor olduğu yerden, kendinden ve yaşadığı hayattan. Bundan seneler evvel onunla birlikte terk etseydi evini şimdi nerede olacağını düşünmeye çalışıyor, kafasında canlandıramıyor. O gencin yerine bu gün ben düşünüyorum aynı şeyleri. O zamanki benin içinde fazladan biraz daha cesaret olabilseydi eğer, neler yapabileceğini düşünüyorum. Aklıma gelen tek şey, elinde valiziyle çalmaya çekinerek kapı ziline uzanan 15 inde bir çocuk oluyor. Tükürdüğünü yalamakla kalmamış, ömrünün sonuna kadar asla sözü edilmeyen ve asla unutulmayan bir hata işlemiş olarak yaşayacak olan bir çocuk… Kaç yaşına gelirse gelsin hep suçlanacak olan bir çocuk. Gittiğinde ardında yine gözyaşı bırakacak olan, bileklerindeki zincirlerin ona izin vermeyeceğini hala anlayamamış bir çocuk…
Ya da belki, 27’sine geldiğinde sanat çevrelerince tanınmış bir sanat dahisi olacak, yetenekli bir çocuk…

Hissizleşmeye başlamış beynime rağmen düşünmeyi bırakamıyorum. Banktaki arkadaşına bakan çocuk da benimle hemen hemen aynı şeyleri düşünüyor. Dakikalarca, bulutlu gözlerle ufka bakan arkadaşının ne düşündüğünü merak ediyor. Kendini onun yerine koyuyor, hep aynı soruyu sorup duruyor. Onun gibi yaşasaydı?

Ben sonsuz ihtimalle hesaplanacak karmaşık soruyu kendime sormaktan vazgeçiyorum. Sorulardan, özellikle de bana sorulan ve zor cevapları olan sorulardan hoşlanmadığımı hatırlatıyorum kendime. Oysa o çocuk hala düşünüyor. Arkası arkasına zor sorular sormaya devam ediyor. Her bir cevapta canı yanıyor. Bembeyaz tavana bakarken boğazım acıyor.
Akşam olup da ayrılırken arkadaşını bir daha ne zaman göreceğini bilmiyor. Basılacak kitabın ilk kopyası için söz alıyor dostundan. Bir gün bir yerlerde karşılaşacaklarından adı gibi emin, ama o tarihin ne kadar yakında olduğu hakkında en ufak fikri yok.

Bu günden düne fısıldamak istiyorum… bekleme demek istiyorum. O günü bekleme.

Birkaç sene sonrasına atlıyor hayaletim. Kucağındaki bebeği seven genç bir adam var önümde. Gözleri parlıyor, o kadar mutlu ki, ne resimleri, ne çocukluk hayalleri aklında. Bütün hayatı yanında duran kadından ve tabi kucağındaki küçük kızdan ibaret. Kendine gülümseyen bebek olmadan bir hayat düşünemiyor. Belki de şu yatağa uzandığımdan beri dudaklarıma ulaşabilen tek tebessüm oluyor kızımın hayali. Onsuz bir hayatı ben de düşünemiyorum.

Hayaletim bir kitapçıda, omzundaki bebeği zapt etmeye çalışarak son çıkanlara yaklaşıyor. Rengarenk bir çocuk kitabını alıp kucağındaki bebeğe anlatmaya başlıyor. Farkında olmasa da bir yandan da resimlere bakıyor. Kendi olsa resimleri nasıl çizeceğini düşünüyor. “Hep geç kaldın” diye fısıldıyorum hayalete. “Hep geç kaldın.” Derken kitapların arasında tanıdık bir isme takılıyor hayaletimin gözleri. Şimdi başucumdaki rafta duran siyah kaplı kitabın yüzündeki siyah beyaz adam ona bakıyor. Bebekli adam da kitaba… Kasaya yaklaşırken elinde iki kitap var. Kucağındaki bebeğe biraz daha sarılıyor, burnunu kucağındaki kum saçlı kızın saçlarına gömüp derin bir nefes alıyor. Aslında o anda bütün hayallerini unutuyor. O ana kadar istediği her şeyi bir kenara bırakıveriyor. Sadece kızına sarılıyor. “Bir tebrik mesajı atmalı” diyor içinden.

Gezintideki aklımın uğrayacağı son bir durak daha var. Yolun nerede biteceğini çok iyi biliyorum. Gözlerim yanıyor. Birkaç ay öncesi, sakin bir pazar günü. Ev halkı uykudayken balkona oturup radyoyu açıyorum. Yirmi yedi yaşında bir adamın hayattan bekleyeceği her şeye sahip olduğumu düşünüyorum. İyi bir iş, güzel bir eş, uğruna hayatımı verebileceğim bir çocuk. Beni mutlu eden her şeye sahibim. Tuzlu deniz kokusu burnumda, neredeyse bir türkü tutturacağım serin bahar gününe karşı.

Haberler başlıyor.
Haberlere aldırdığım yok, ertesi günkü toplantıya girerken hangi takımı giyeceğimi düşünüyorum ta ki “Türkiye’nin son dönemlerde büyük başarılar kazanmış edebiyatçılarından…” diye başlayan bir haberi duyuncaya kadar. Radyonun sesini biraz daha açıyorum.

Çok yalnız, çok üzgün bir adamdan, sadece yazmak için yaşayan ve artık yazamayan bir adamdan geçmiş zaman kullanarak bahsediyor. Bir otel odasında, çenesine dayalı tabancayla nasıl bulunduğunu anlatıyor…
En sevdiği roman karakteri Martin Eden olan, çok yazan, çok okuyan, çok düşünen, kendi gibi konuşup kendi gibi yürüyen, çayı kendisi gibi iki şekerli içen, adı bile kendisiyle aynı olan, ölümü bile sanat eserine çevirmiş bir adamdan bahsediyor radyo. Ölüme bile dudağında gülümseme ile gitmiş, o sessiz adamdan bahsediyor.

Radyodaki kadının duygusuz sesi kulaklarımda çınlıyor hala.
Derin bir ah çekiyorum.

Pakette kalan son sigaramı, bütün hayatımın son sigarasını dostumun şerefine yakıyorum. Düşününce, nedense daha başka bir ölümü yakıştıramıyorum ona ve merak ediyorum hangimizin aslında tam da istediği yerde olduğunu.


“Ah dostum…” diyorum yine de boğazımdaki yumruyu yutkunurken “Sen de hep çok aceleciydin…”


-Gülüşü gözyaşına benzeyen dostuma ve pek değerli klüp başkanına ithaftır-

6 yorum:

  1. Şimdi uzun cümleler diycem ama, yok değil yaa, herhalde bana göre öyle.. Zaten kaç kitabı bitirebilmişim ki şimdiye kadar.. Genel olarak söylemem gerekirse uzun ve devrik cümlelerle haşır neşirken sonuna gelip başını unutanlardanım.. Dur yaa! ben sana eleştiri yapacaktım :) Güzel olmuş yine.. "Gülümsemesi biraz daha yakın gözyaşına." güzel bir cümleydi. bu kadar :)

    YanıtlaSil
  2. her zamanki gibi uzun cümlelere takıldın erman. Huyum böyle kardeş, bazen biraz dolaştırıyorum lafı napim :))) Vakit ayırıp okuduğun için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. Razum iyi geldi yazın aynı dediğin gibi o müziği açarak okudum..Elime aldığım bir kitabı okuyor gibiydim..Devamı gelmeli.:)

    Bende bir cümle seçtim kendime..
    Ömrüm boyunca her şeye hep geç kaldığımı daha önce de düşünmüşlüğüm var aslında,...

    YanıtlaSil
  4. ortak her zamanki gibi naif olmuş... valla karakterin arkadaşı gibi olmaya adayım,kendimi gördüm lan :D

    Erman emmi sende takılma bu kadar uzun cümlelere, sana bir kitap önerim, Oğuz Atay- Tutunamayanlar.. orda öyle bir cümle var ki tam 30 sayfa ve hiç bir noktalama işareti yok.. ve o eser Türk edebiyatının en iyi eserlerinden biri sayılıyor :)

    YanıtlaSil
  5. pınarım :)))bunun devamı gelmez sanırım ama yazmaya devam. pes etmiyorum şimdilik :))

    haci, öyle bi kelime söyleyip bırakmak yok. naif kelimesi için buraya yazmasan da ayrıca bekliyorum ayrıntılı fikrini :) Bu arada netcen elemanın arkadaşı olup da , var mı öyle bir kitap yazıp sonra beceremedim diye kaçmak.

    bir de...sizce niye iki arkadaş birbirinin tıpkısının aynısı? adları, oturuşları, yüzleri kaşları gözleri hep aynı da hayattki duruşları değişik... bi düşün bakalım Haci emmi :)))

    YanıtlaSil
  6. hacım bana bi yandan takılma uzun cümlelere demiş, bi yandan da en iyi eser filan demiş..
    yine takıldım..

    YanıtlaSil